Genç Bir Şairin Buruk Anısı
Şiir yazmaya ilkokul ikinci sınıfta merak sardım. Öğretmenimin de teşvikiyle başlayan şiir sevgim o günden bugüne devam etmektedir. Yazdığım şiirleri anneme, babama okuduğumda onlar öyle çok sevinirlerdi ki ben de onları mutlu etmek için şiir
yazardım bol bol. Akşam gezmelerine ailece gelen akrabalarımıza, komşularımıza, aile dostlarımıza az şiir okumamışımdır. "Hadi amcalara, teyzelere şiir oku yavrum!" sözleriyle büyüdüm. Komşumuz Ahmet Amca yerel bir gazetede yazı işleri müdürü idi. Babam, yazdığım şiirlerden birkaçını Ahmet Amca'ya vermiş. O da "İlkbahar" adlı şiirimi beğenerek gazetesinde yayınlamış. Şiirimin çıktığı gazeteden onlarca alarak eşe dosta hediye etmiştik. Hele annem, gazetede ilk defa yayınlanan şiirimi görünce gözyaşlarını tutamamıştı.
Derslerinde başarılı bir öğrenciydim. Özellikle Türkçe ve resim derslerinde sınıfın belki de okulun en iyi öğrencilerindendim. Lisede okurken Türk Dili ve Edebiyatı dersindeki gayretim herkesin dilindeydi. Açılan şiir ve kompozisyon yarışmalarında aldığım dereceler bu konuda kendime güvenimi iyice arttırmıştı. Artık gazetelerde, edebiyat dergilerinde şiirlerim yavaş yavaş yer almaya başlamıştı. Adım Şair Osman'a çıkmıştı. Lise yıllarımda her delikanlının hayatında olduğu gibi aşk meşk olayları da başlamıştı. Mavi gözlü prensesime yazdığım "Maviş Sevgilim" adlı şiirimi dinlemeyen kalmamıştı. Yok, bir kişi kalmıştı: Jülide... Yani Maviş Sevgilim Jülide'm... Nedense duygularımı yazmaya yazıyordum da iki kelimeyi bir araya getirip aşkımı ilân edemiyordum. Bu arada mahalledeki arkadaşlarımın, sınıfımın âşıklarına mektup yazmada çok katkım olmuştur. Onlar bu sözleri ezberleyerek sevgililerinin kalplerini kazandıkları halde ben hâlâ Jülide'me açılamamıştım. Mısır'daki sağır sultan duydu aşkımı, bir tek Jülide duymadı.
Birgün Şakir benden aşk şiiri yazmamı, bir aşk mektubu da yazıp şiiri eklememi istedi. Onun sevgilisi de mavi gözlüymüş. Öyle döşedim ki dizeleri kızın yüreği taş olsa erirdi. Maalesef öyle de oldu. Haftasına Şakir ile Jülide çıkmaya başladılar. Vah kafasız Osman vah! Vah ki ne vaaahhh! Gül gibi kızı elimden kaçırdığım yetmezmiş gibi Şakir’in çıkma teklifini kabul etmesinin baş nedeni olan mektubu da kendi ellerimle yazmıştım. "Son pişmanlık fayda etmez." demiş atalarımız. Artık şimdiden sonra oflayıp puflamanın anlamı yoktu. O günden sonra mavi gözlülere şiir yazmamaya karar verdim ama dayanamayıp "Deniz Gözlerinde Boğulmak İstiyorum" adlı şiirimi yazdım. Bir Kültür Sanat Dergisi'nin açtığı şiir yarışmasında birinci oldum. Duy edebiyat dünyası, ben geliyorum, Şair Osman geliyor!
Mademki artık şairdim soyadımı da değiştirmeliydim. Osman Çayırbiçen adı bir şaire yakışmıyordu doğrusu... Ailece düşündük, taşındık. Osman babamın babasının adıydı, değiştirmek doğru olmazdı. Güzel bir isimdi ama soyadımız hem çok uzundu hem de bir şairin çayır biçmekten daha önemli görevleri vardı. O halde soyadımızı değiştirecektik. Ailece mahkemeye başvurduk. Tek celsede yeni soyadımıza kavuştuk. Bu arada "Hâkim Bey" adlı şiirimi hâkim bey dinlemek istemedi nedense. Buna biraz kırıldıysam da sonunda yeni soyadıma kavuşmuş olmanın hazzı içindeydim. Yeni soyadımı merak ettiğinizi biliyorum. Sıkı durun: Osman Altındize... Bu da uzun bir soy isim oldu ama gelecek vaat ediyor. İnanın yakıştı bana.
Lise diplomamı almıştım. İşte başarı, işte mutluluk buydu! Üniversite sınavında Ankara Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştım. Zaten öğretmenliğe ilgim ve sevgim çok fazlaydı. Yeni adım, hem şairliğe hem de öğretmenliğe çok uygundu. Bu arada Edebiyatçılar Derneği, Tema, Kültür Sanat Derneği gibi derneklere de üye oldum. O yıl dernek faaliyetlerine de oldukça sık katıldım. Bu arada Şiir Antolojilerinde de boy göstermeye başladım.
Usta bir yazar, yerel şairler hakkında bir antoloji hazırlamıştı. Her bir cildi dört parmak kalınlığında olan bu eser üç ciltten oluşuyordu. Onun tanıtımını ve imza gününü Şehir Kültür Merkezi'nde yapacaktı. Davetiye göndermişti bana. Bir de kısa bir şiirimi ezbere okumamı istemişti. Şiir okuyacak on iki kişinin adı davetiyede yazılıydı. Benim adım da vardı. Soyadımıza göre yapılmıştı liste. İyi ki soyadım "A" harfi ile başlıyordu. Bu durumda şiirimi hemen okuyabilecektim. Öyle mutlu oldum ki üç ciltlik antolojide bana belki de üç sayfa ayrılmamıştı ama böyle bir etkinliğe çağrılmak gururumu okşamıştı. Üstelik davetiyede de şiir okuyacakların arasında en başlarda adım yazılıydı. Araştırmacı Yazar ağabeyim Doçent Doktor Mithat Erdoğan, etkinliğe gelirken istediğim kadar kişiyi yanımda getirmemi de rica etmişti. Ben de bir sayfalık bile olsa şiir okuyacaktım. Ailem çok mutlu oldu. Annem işaret parmağıyla adımın üstünü okşuyordu sanki... O güzel gün geldiğinde hepimizde ayrı bir heyecan, ayrı bir telaş vardı. Ailece hazırlandık, babamla ben tıraş olmak için Berber Rasim Amca'nın dükkânına giderken annemle ablam da kuaför Selahattin'in yolunu çoktan tutmuşlardı. O önemli gün için yeni kıyafetler almıştık. Teyzelerim, dayılarım, amcalarım da kendilerince hazırlık içindeydiler. Mahalleden arkadaşlarım da bana moral olsun diye geleceklerini söylediler. İlkokul öğretmenim Müşerref Akdoğan'a da haber vermiştim. Ne de olsa öğrencisiydim ve ilkokul öğretmenim beni bugünlere taşıyan en önemli kişiydi. Yaklaşık yirmi- otuz kişiydik. İki minibüs kiralayarak Şehir Kültür Merkezi'nin yolunu tuttuk.
Şarkılar, türküler söyleyerek; el çırparak Şehir Kültür Merkezi'ne vardık. Salona girdiğimizde henüz etkinlik başlamamıştı. Bizim gurup sandalyelere üzüm gibi dizildik. Herkes çok mutluydu. Beş- on dakika sonra Sunuculuk görevini üstlenen Şair Ali Yıldız günün anlam ve önemini belirten konuşmasını yaptı. Arkasından üç şiirini okudu. Doçent Doktor Mithat Erdoğan kürsüye çıktığında salon alkıştan yıkılıyordu. Önce tutuktu Mithat Hoca'mız sonra konuştukça iyice açıldı. Öyle eğlenceli bir dille anlatıyordu ki yaşam öyküsünü gülmekten yerlere yattık neredeyse... Ben babamın kulağına eğildim:
Baba, bu adam çok önemli biri, boyunca kitap yazmış. Her kitabı nereyse dört- beş parmak kalınlığında...
Babam 1.90 boyunda iri yarı biridir. Mithat Bey'e baktı. Baştan ayağa süzdü onu. Kulağıma eğildi:
Oğlum be, ben de bunun kadar kısa olsaydım boyumca kitap yazabilirdim.
Annem de başıyla babamın söylediklerini onayladı. Yan tarafta oturan Şair Musa Dertli Bey, susmamızı işaret etti. Sustuk. Etkinlik boyunca da ses çıkarmadık sayılır. Sunucu sürekli birilerini anons etti. Her kalkan şair, en az beş altı sayfalık destanımsı şiirlerinden okudu. Manas destanına yakındı şiirlerinin uzunluğu... Yakınlarım, yavaş yavaş sıkılmaya başladılar. Saat 18.00'de başlayan dinleti saat 21.00'e geldiği halde bitmemişti. Salondakilerin dörtte üçü şiir okumuştu ama sıranın bana gelmesi imkânsızdı. Birkaç bayan şair de benim gibi ümitsizleşmeye başladılar. Hatta biri salonu terk edecekti de son anda ona şiirini okuttular. Kadın şair, o kadar öfkelenmişti ki şiirini okumak istemedi, ısrar edilince sesi titreyerek okudu. Yerine geçerken öfkesi dinmemişti. Yanındakilere:
Zaten ülkede kadın şair o kadar az ki bu tarz davranışlarla mücadeleden yılıp biz de şiir yazmayı bırakacağız sonunda! Diye sızlandı.
Bir komşusuyla gelmişti bayan şair… Komşusu “Okumayacaksan ben gideyim.” Diyip duruyordu zaten. Komşu kadın, şair ablamız şiirini okur okumaz ok gibi yerinden fırladı. " Yaşasın özgürlük!" der gibi çıktı salondan. "Bir daha mı tövbe!" diye mırıldandı komşu kadın salonu terk ederken.
Yanımdaki eş- dost ve arkadaşlarım da kaşla göz arası salonu terk etmişlerdi. Saat 22.00'de bana sıra geldiğinde Ayşe teyzem uyuklamaya başlamıştı. Kürsüye doğru ilerlerken salonun boşaldığını fark ettim. Şiirini okuyan gitmişti. Geride bir türlü şiir okuma hakkı verilmeyen birkaç bayan şair, ben ve benim davetlilerim kalmıştı. Jülide'ye yazdığım ödüllü şiirimi " Deniz Gözlerinde Boğulmak İstiyorum" u okudum. Salonun dörtte üçü boştu, alkış sadece benim davetlilerimden ve sırası bir türlü gelemeyen birkaç bayan şairden geldi. Etkinliğin son dakikalarında bayanlar kısacık kısacık şiirler okuduklarında yine de mutluydular. Herhalde "Azmin Zaferi" buydu. Antolojilerin satışı ve imza töreni başladığında sıtkım sıyrılmıştı.
Ablam, son derece memnuniyetsizdi. Oysa gelirken yeni aldığı elbisesinin içinde çok mutluydu. Oldukça gösterişli bir genç kız olan Gülşen ablam pembe giysileri içinde peri kızı kadar güzel görünüyordu. Uzun sarı saçları bukle bukle yapılmıştı. Makyajı yüzüne gitmişti. Etkinlik bitiminde ise o peri kızı gitmiş, yerini asık suratlı, süpürgesiz bir cadı almıştı.
Ablam:
Of ya Osman! Bu muydu senin etkinlik dediğin? Sülâleyi de topladık ya sebebini anladım; meğer rezilliğimize şahit olsunlar diyeymiş bunca gayretin!
Amcam:
Yeğen, bir daha beni davet etme. Sen evde oku, biz dinleriz. Yengen mis gibi çayımızı demler, yanında da senin çok sevdiğin çöreklerden, poğaçalardan ikram eder. Bu, dinleti dediğin zulümmüş. Elli beş yaşındayım, bu yaşıma kadar böyle eziyet görmedim ben!
Teyzem:
A oğlum, bunun için mi geldik? Eniştene anlatmayacağım, bir hafta takılır bana. Adam evde yemek bekliyor. Vay aklıma turp sıkayım!
Herkes hayıflanırken ben oldukça üzgündüm. Annem, çantasından bir ellilik çıkarıp kitabı satın almaya yeltendiğinde babam:
Akıllı ol hanım, bu eziyete bir de bedel ödeme. Çektiğimiz bu çile bize ömrümüzce yeter, dedi.
İlkokul öğretmenimin ağzını bıçak açmıyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu. Gözlüğünün buğulanan camlarını silmekle meşguldü. Sebebini soramadım. Çok mahcup olmuştum. Aile içindeki itibarımı kaybetmiştim bir anda. Jülide'nin mavi gözlerinde değil ama etkinliğin sıkıcılığı içinde " Sen ne zaman şiir okuyacaksın?" sorularıyla boğulmuştum. O dik duruşum gitmişti, omuzlarım düşmüştü, yüzüm asılmıştı. Kitabı almadan buruk bir halde salonu terk ettim.
HARİKA UFUK