Gelecek Nesillerin Üzerimizdeki Kul Hakkı ve İnsan Kalabilmek Üzerine
Geçenlerde Sayacabaşı’ndan Çavuşolardan Yaşar abimizin oğlunun düğünündeydik. Ramazan bayramına ve fındık vaktine denk gelmesi nedeniyle köylülerden çok fazla kişi yoktu. Zaten kendisi de bunu böyle olacağını biliyordu, düğün ertesi kendisi de köye fındıklarını toplamaya gidecekmiş. Ancak yurtdışı gurbetçisi olan Ankaralı gelin tarafının takvimine uymak zorunda kalmış. Hemşerileri düğünde azdı ama hatırşinas mahalleli olan Yaşar abinin düğün salonu yine de dolmuştu.
Yaşar abi de yörenin bir çok gürcüsü gibi, bulundukları coğrafya tarıma pek uygun olmadığından ve araziler miras yoluyla bölünerek hane geçindiremeyecek küçüklüğe gelince 1970’lerde İstanbul’a ilk gurbete çıkanlardanmış. Dernekte karşılaştığımızda laflarız, aslında kendisi de İstanbullu olmuştur. Konuşmasında bizim oraların aksanı pek fark edilmez, beyefendi, nazik, ölçülü bir abimizdir.
Oradan buradan ve biraz da benim merakımdan gürcülerin Ordu’ya nasıl ve ne zaman geldiklerinden bugün ne durumda olduklarından lafladığımızda, biraz hınzırca biraz şaka yollu, biraz serzeniş olarak, “Bizim dedeler bizim oralar Rusların eline geçince (ben 93 harbiydi, diye ekliyorum, 1877-1878 Osmanlı Rus-Savaşı) buralara gelmişler. (O zaman kara yolu olmadığı için takalarla, teknelerle ve deniz ulaşımının olmadığı yerlerde ise yaya olarak). Devlet onları Melet’in kenarı boyu yerleştirmiş (Melet ırmağı vadisi buyunca). Bizim dedeler bir iki sene derken, “Ula bizi buralarda davun (veba)tutar, kırılır göçeriz, bize yüksek dağlık yerlere alışkınız..” deyince sahilden ayrılıp bu Kurşunçalı ormanlarının arasına gelmişler. (rakım 750’dir). Şimdi Ordu (yerleşme) Melet ırmağı ile birleşti. Biraz dayanabilselermiş, bizim ne işimiz olurdu gurbette..” Böyle derken, beyazlaşmış, dudaklarının üzerinde seyreden bıyıklarını yayarak, mütevazıca gülümsemeye başlıyordu. Yaşar abimiz güzel insandır, dostluğumuz daha uzun süre devam eder inşallah.
……..
İnsan ilginç bir mahlukat, rahata hemen alışır, işine gelen vaatlere hemen kanar, hazıra konmayı, hazırı yemeyi pek sever. Onun için günlük düşünenimiz çoktur. Ha uzun soluklu düşünen, zamansal uzağı görmeye çalışan “marjinallerimizde” yok değildir. Onları bile ilk bakışta kale almaz, delişmen deli dolu, delişmen diye pek dinlemeyiz. Bu dünyayı da bize “yalan” belletmişler ya, yer içer, içine eder zamanı gelince arkamıza bakmadan göçeriz. Benciliz işte, bu yalan dünyada da her yaptığımız önce kendimiz için, ahretliğimiz için bile yaptıklarımızda kendimizi kollarız önce. Yani cennette bile bir köşe kapmak içindir, bu dünyada yaşarken yaptıklarımız.
Hâlbuki cennette insanın, dünyadaki gibi biyolojik ihtiyaçları olmayacak; bolluk bereketlik olduğu için yeme-içmenin önemi olmayacak, üreme sonlandığı için cinsellik anlamsızlaşacak, cennetten içeri girdikten sonra herkese bir köşe düşeceği için gayrimenkul rantı da olmayacak. Amma öbür, ölümsüzlüğün olduğu dünyaya kul hakkıyla gidersek, asıl o zaman işimiz zor. Kul hakkı dediğin öyle hısım-akrabayla, konu-komşuyla, esnaf-zanaatkârla yaşadığın husumetler veya alışverişten ibaret değil. Salt yaşarken yaptıklarımızdan da ibaret değil. Onlarla bir şekilde helalleşebiliyoruz, en azından teneşirde… Kul hakkı asıl arkamızda bıraktığımız nesillerin bizi nasıl yad ettiğiyle ilgili ve o nesillerle helalleşme imkanımızda yok bu dünyada…
Her nesil bir öncekini mutlaka eleştirir derdi rahmetli Tunaya hocamız derlerinde. Her nesil har vurup harman savurduğun mirastan, aldığın yanlış kararlardan, yaktığın ormanlardan, kirlettiğin sulardan, açtığın savaşlardan, insanlık onuru için verilmesi gerekip de vermediğin mücadeleden, artık aklınıza ne kul hakkı namına ne geliyorsa, senin ardından, seni yargılıyorsa daha bu dünya ile işin bitmemiş, helalleşememişsin demektir. Velhasıl, dünya gelip dünyalı olmak, “…yer-içer-yatar, dalgama bakarım…” sergüzeştliğinin çok ötesinde bir sorumluluktur. İnsan doğmak kolay olabilir belki de, kolay değil, insan kalabilmek öyle çok da kolay değil… 30.08.2013
Asım SES