Gaza
Caminin avlusundan kanatlanıp yükseliyorum. Rahmet olsun; hacıların avuç avuç darıları ve birkaç turistin hevesle koparıp attığı simit parçalarıyla dolu midemle, bembeyaz kanatlarımı çırpa çırpa daha da yükseliyorum. Ne göç mevsimi ne mevsim uçmalarımın takvimlerimde. Sükûn şehri altımda bir resim gibi bırakıp, kıbleye doğru kanatlanıyorum.
Geçen sene böyle değildi havalar… Her sene biraz daha ise pasa bulanıyor gök. Anlamıyorum; insanlar çevrelerini sarıp sarmalayan masmavi göğü, tertemiz havayı, pamuk bulutları kirletmekten, pisletmekten, zehirlemekten ne anlıyorlar?
Yolum epey uzun. Lakin havadaki akımları, rüzgâr dolaşımlarını çok iyi kullanıyorum. Çünkü bu seyahatimi, tam bir hafta boyu uzun uzun planladım. Her şeyi ince eleyip sık dokuyarak kararlaştırdım. Serçeler, kargalar, saksağanlar ve rastladığım bir iki kukumav da, aklımdakini enikonu dinlediler. Haksızlık yapmayayım; onlar da en az benim kadar istekliydiler. Fakat ben hiç birini istemedim. Çünkü bu yolculuğun sonu ne onlara ne de size: Sadece bana yakışıyor.
Önce kırmızı kiremitli çatıları, sonra pırıl pırıl camla kaplı uzun binaları, gürültülü otomobilleri, kamyonları ve nihayet şehrin dışında, insanların zoraki el sürmediği küçük ormanı geçiyorum. Daha yorulmadım. Şansım yaver giderse akşama yetişirim. Hmmm… Galiba yağmura da yakalanacağım. Olsun, ziyanı yok. Yeterince ıslak bir sona, çırpar kanat gidiyorum.
Güney-batı tarafından şimal esintisine tutunabilirsem iyi olacak. Böylece kollarımı kanatlarımı biraz olsun dinlendirebileceğim. Yalnız az birazdan alçalıp, aşağıdaki zeytinliklere girmem de lazım. Malum; gagamın ucuna bir zeytin dalı tutturmak adet olmuş. İşte, işte yaklaştım bile…
Tamamdır; ince yapraklı, yemyeşil bir zeytin dalı aldım. Şimdi şimale tutunup uçmak zamanı…
Güneş Batı’dan alçalıyor. Saatler sonra yaklaşıyorum. Hava bir anda ısınıveriyor. Denizin nemini hissedebiliyorum. Kıyı boyu alevler yükseliyor. Ve hava nasıl da küllenmiş… Kanatlarım uyuşmaya başlıyor. Aşağısı yangın yeri… Aşağısı virane… Hemen tüneyecek bir yer bulmalıyım. Ancak etrafta ne bir koru ne de ağaçlık var. Mecburen bir tankın namlusuna alçalıyorum, konuyorum ve oh be…
Füzeler, bombalar. Binalar yerle bir olmuş. Çocuklar ölmüş, çocuklar annelerinin kucağında, anneler ölmüş. Toprak da gök gibi kapkara… Gagamda zeytin dalı ile geldim gelmesine ama sandığınız gibi sihirli bir şey değilim ben. Bir sembol, bir sanrı düşündüğünüz şey. Benim yapacağım şey başka, bambaşka…
Biraz nefeslenesim var, vaktim yok. Gagamdaki zeytin dalını fırlatıp attığım gibi havalanıyorum. İşte hemen karşıda, havalanmayı bekleyen kara kara uçaklar. Kan kusturan, ölüm kusan, kocaman, kara kara uçaklar… Annemin beni bıraktığı çatıdan aşağı düşerken, uçabilmek için kanatlarımı nasıl bir irade ile çırpmışsam, aynı güçle kanat çırpıyorum. Beni görebilseniz, sıktığınız mermilerden daha süratle uçtuğumu anlardınız. Ve yakınımdaki ilk kapkara uçağın, girdaplar çıkararak dönen devasa motoruna, son bir hızla dalıp kayboluyorum. Bembeyaz gövdemin ak tüylerine bulaşan bir avuç kanım, uçağın gövdesine sıçrıyor… Gazam mübarek olsun, ben ölüyorum. Benimle birlikte insanlığınız da ölüyor. Fakat incecik kemiklerimin mukavemetine yenik düşen kara uçağın motoru tekliyor, yavaşlıyor ve nihayet duruyor.
Gaza’da bir kara uçak olsun havalanamıyor. Gaza’da bir kara uçak olsun bombalayamıyor.
Sevgili Serdar,
kelimelerin çok sağlam, üslûbun oturaklı, kurgun çok iyi...
Gel kurban etme edebiyatın hassıyla yoğrulmuş bu ruhu kuru ulusalcılıklara!...
güzeldi..
Ocak 3rd, 2011 at 12:31İnan çok güzel bir yazıydı..
Okumana ve beğenmene çok sevindim,
Ocak 3rd, 2011 at 13:27teşekkür ederim.