Galaçaya Koşmak
Tandır başında iki tarafı kulplu, kenarları isten kararmış bakır kazanlarda çeçil peyniri pişiriyordu. Ürkek adımlarla içeri girerek sözü uzatmadan “Bereketli olsun Toyuz bibi, bir şey diyeceğim ama biraz çekiniyorum senden. Ben aracıyım kızma bana.” dediğinde “Hayrolsun Döne Bacı niye çekiniyorsun gel otur hele sonra söyle sözünü.” diye cevap verirken, bir yandan da tandırın üstünde kaynayan sütü tahta çömçeyle[1] karıştırıyordu.”, ” dayımgil akşam size hayırlı bir iş için gelecekler .” “Buyursunlar başım üstüne.” diye cevap vermişti Toyuz bibi ne de olsa alışmıştı bu ziyaretlere.
Hafif esen rüzgârda nazlı nazlı dalgalanan çayırların biçilme zamanıydı. Kavurucu sıcakların bastırdığı yaz gününde güneşten önce uyanıp işe başlayan bedenler, gün batımıyla yorgun düşmüş bir halde evlerine döndüler. Tırpan sallamaktan nasır tutmuş ellerine bulaşan masatın griliğini, güğüme doldurulan su ve bir köşesi kırılmış porselen çay tabağına koydukları yeşil sabunla yıkayıp, evin büyük odasındaki sekiye oturdu.
“Çay demledin mi kızım, büyük bardakla getir içim yanıyor üstelik de çok yoruldum bu gün.” diye seslendiğinde kalayı silinmiş bakır sinide büyük bardaklara doldurulmuş çay ve çinko tasta kesme şekerle içeri girdi Münire. Tek evladıydı, gözünden sakınırdı kızını. “Anam da geliyor baba, ona da çay getirdim. Biz de bu gün çok yorulduk.” diyerek tepsiyi sekide oturan babasının önüne koyarak odadan çıktı.
Kıtlama şekerle çaylarını içerken Toyuz bibi ;“Bey döne bacı haber verdi bu akşam dayısının oğluna kızı istemeye geliyorlar.” dediğinde babanın yüzünde memnunluğunu gösteren çizgiler oluşmuştu. “Şimdiye kadar görücü gelecek olanlara hep hoşnutsuzluk gösterdin, bu gün neden sesin çıkmadı.” sözüne baba bıyık altı gülümseyerek “Onlar hem zengin hem de iyi ailedir.” diyerek cevap verdi.
İki erkek ve iki kadın o gece Münire’nin söz kesme şerbetini içip, nişan tarihini belirlediler. Münire ise kapı arkasından onları dinlerken gözyaşlarına boğuluyordu. Babası “Hayırlı uğurlu olsun Davut kardeş.” dediğine kolu kanadı kırıldı, “ Üç beş pul ve el âlem ‘zengine kız verdi’ desinler diye neden beni yaktın baba.” diyerek sessizce kapının dibine yığılıp kaldı.
***
Etrafı çeperle[2] örülü toprak ev, köyün yamacındaydı. Her ne kadar yokuşu çıkmak zor olsa da Çıldır gölünün manzarası evlerinden bir başka güzel görünüyordu. Gölün maviliği, çayırların yeşilliği, tarlaların altın sarısı başakları, Göy dağdan eksik olmayan bembeyaz karlar ve martıların şarkıları, demet edilip bağlanmış rengârenk çiçek gibiydi.
Münire nişanlandıktan sonra bir başka hal almıştı. Şen kahkahalarla etrafına neşe saçan kız gitmiş, yerine suskun, hüzünlü, mahzun biri gelmişti. Her sabah şafakta uyanarak penceresinin perdesini aralayıp bir müddet gölü seyrederek hayallere dalıyordu. Toyuz bibi birkaç kez yatağının yanına oturmuş “Neyin var güzel kızım saatlerce burada oturup göle bakarak dalıp gidiyorsun.” diye sormuştu, ama Münire cevap vermemişti. Manasız bakan gözlerle anasına bakmış sonra da gözlerini tekrar gölün enginliğine çevirmişti.
***
Çayır biçimi bitmiş, dolgun tohumların boyun eğdirdiği başaklar olgunlaşmış, biçim zamanı gelmişti. Köylüler bazen imece bazen ırgat olarak kış gelmeden tarladaki rızıklarını bir an önce ambarlara doldurma telaşındaydılar. Ne de olsa kış erken gelirdi buralara üstelik biçmekle iş bitmiyordu, harman edildikten sonra tahıl öğütülüp un edilecekti. Bulgur ve yarma kaynatılarak dibekte dövülecekti. Öğütülen taze undan erişte kesilip, süzme yoğurtan kurut[3] yapılacaktı. Kışın hayvanlara yem olacak olan saman mereğe[4] doldurulacaktı. Kışı karşılama hazırlıkları bittikten sonra da toylar[5] başlayacak, davullarla zurnalarla, halaylarla uzaktan birbirine bakan sevenler sevdikleriyle muratlarına erecekti.
***
“Kızım Münire nereye koşuyorsun?” diye seslenen Abo dayıya cevap vermeden koşarak yanlarından geçip gitti. Ayağında kara lastik, geniş büzgülü al çiçekli şalvarı, kırmızı bluzunun üzerine giydiği siyah ince yeleği ve başında oyalı leçeğiyle[6] koşuyordu. Tırpanına masat çeken Durmuş “Münire bacııı!” diye peşinden bağırsa da yanıt alamamıştı. Kısa bir müddet arkasından bakarak mana verememiş başını iki yana sallayıp, işine devam etmişti. Geçtiği her tarladan çayırdan “Kızım niye koşuyorsun, nereye gidiyorsun?” diye sesler duyuyor ama durmuyordu. Koşuyordu. Başından sıyrılıp düşen leçeğini fark etmemişti. Uzun siyah saçlarının çözülen örgüsü hafif esen rüzgârda savruluyordu. Gözünden akan yaşlar yüzünün teriyle karışmıştı o ise koşuyordu koşuyordu… Biraz yavaşladı nefessiz kalmıştı ellerini dizlerine koyup derin nefes alıp toparlanırken “Ne oldu kızım nereye gidiyorsun bak köyden uzaklaştın ne işin var buralarda?” sözüne “ Galaça’[7] ya, Rıza emmi Galaça da ki tarlaya.” diyerek koşmaya devam etti.” dur kızım, Cemal ağa bu gün orayı mı biçiyor? ” diyen Rıza emmiyi duymayarak koşuyordu.
Yol uzundu, yorulmuştu, sağ böğrüne bir ağrı saplanmıştı. Yavaşladı biraz durup soluklanmak istedi. Göğsü inip kalkıyor, ardı ardına aldığı nefesi yetmiyordu. Başakların arasına çömelip eliyle ağrıyan böğrüne bastırdı. Biraz toparlandıktan sonra ayağa kalkarak dönüp arkasına baktı. Köy gözükmüyordu “Ohh peşimden gelen yok. Anam inekleri sağmıştır, şimdi beni arıyor olmalı. Ağılla ev arasında adımı seslenerek gidip geliyordur” diye kendi kendine konuşurken, bakışlarıyla uzakta tarlalarda çalışan insanları aradı. Kimse gözükmüyordu. Sonra önüne baktı. Ürperdi bir an, az kalmıştı varacağı yere. Mavi gök altında kanat çırpan martıların sesleri duyuluyordu. Bir iki adım atıp durakladı, terlemişti, yeleğini çıkarıp attıktan sonra döndü bir daha arkasına baktı ve koşmaya devam etti. Taşlı yokuşa geldiğinde yavaşlamıştı, önündeki kayayı da aştı mı düzlüğe çıkacaktı. Nefes nefese kayalara tırmanırken bir ayağından lastiği çıkmış aşağıya yuvarlanmıştı. Elleriyle tutunarak tırmanırken aşağıya yuvarlanan lastiğine baktı.
Son adımını atıp düzlüğe çıkınca yüzükoyun uzandı. Canı acıyordu avuçlarına baktı. Kanıyordu nasırlı elleri. Biraz dinlendikten sonra ayağı kalkıp, kollarını çapraz yaparak ellerini koltuklarının altına soktu. Tek ayağındaki lastiğiyle yavaş adımlar atarak ilerledi. Martılar başının üstünde çığlık atarak dönüyor dönüyordu. Lastiksiz ayağının altındaki otları ve küçük taşları hissediyordu. Kollarını yanına indirdi. Karşında duran sinesi karlı, başı dumanlı Göy dağa baktı, sonra başını eğerek birde aşağıya baktı, dalgalar sanki aşk ile coşmuş kayaları kucaklıyordu. Galaça’ nın dibinde mor bir çiçek başını kaldırıp Münire’ ye gülümsüyordu. “Gel korkma uzat elini, bak ben de buradayım.” diyordu. Münire de son kez buğulu gözlerle arkasına baktı ve menekşeye gülümseyerek “Geliyorum tut elimden.” dedi.
***
Vakti gelmiş kiminin omzunda tırpan, kimininkinde tırmık ile dirgen, kimi atlı kimi yayan olarak evlerine dönüyordu. Yol boyunca bir birine rastlayan köylüler çoğalarak yürüyorlardı.
“Rıza emmi Cemal dayının Kızı Münire koşarak gidiyordu, nereye dedim ama cevap vermedi ne ola ki?”,” Ben de gördüm seslendim, oradaki tarlayı biçiyorlar her hal. Dalınca gideyim dedim yetişemedim. Sonrada işe daldım.” “Ben de gördüm.”, ”Ben de seslendim. ”. diye konuşarak köye vardıklarında ortalığı kaygılı bir hal almıştı. Köydeki herkes bir birinin yüzüne bakıyor kimse bir şey sormaya cesaret edemiyordu. “Bey Münire kayıp, Cemal ağa aramadık yer sorulmadık kimse bırakmadı. Hiç Bir yerde yok. “Dediğinde Rıza emmi yıkanmak için çıkardığı şapkasını başına takıp ellerini bile yıkamadan “ Eyvahlar olsun. Hanım vaziyet kötü ben muhtara gidiyorum. Sonumuz hayrolur inşallah.” diyerek köyün ortasından geçen çayın kenarındaki muhtarlığa koşar adımlarla ilerlerken yolda rastladığı kişileri de yanına almıştı.
***
Günlerce süren aramalar sonuçsuz kalmıştı. Toyuz bibi ağıtlar yakıyor, evi gelip gidenle dolup taşıyordu. Bu yetmiyormuş gibi savcının, jandarmanın sorgusu bitmek bilmiyordu. “Galaça’ ya gidiyorum.” dediğini Rıza emmi savcıya demişti ama yamacın eteğinde kara lastikten başka bir şey bulunmamıştı. Köyün erkekleri işlerini bırakmış jandarmayla birlikte Münire’ yi arıyordu.
Nişanlısının ailesi “Kız başkasına kaçtı korkusundan saklanıyor.” diye dedikodu yaymış nişan takılarını geri almıştı. “Bir oğlanla otobüste görmüşler İstanbul’ a gidiyorlarmış. ”Bohçacı Hanifi’ yle kaçmış.” diye kadınlar arasında ise bu dedikodular almış başını gitmişti. Döne bacı ise söylenenlerin hiç birine inanmıyor komşusunu yalnız bırakmıyordu.
***
Muhtarın kapısından içeri girdiğinde benzi solmuş, bedeni tir tir titriyordu. Bir elinde ince uzun çubukla masanın önünde durup muhtara bakıyordu. Güneş yanığı alnından sızan ter şakaklarını geçip boynuna iniyordu. “O orada.” diyebilmişti ancak.
Köyün büyüklerini ve Cami Hocasını yanlarına alarak danacının[8] arkasından koşar adımlarla yürüdüler. Yol boyunca ne gördüğünü sorsalar da konuşamamıştı dediği tek cümle ‘O orada’ sözüydü.
Gölün ayağına geldiklerinde yosun tutan kayaların arasına bakıp gördükleri manzara karşısında gözyaşlarını tutamamışlardı. Kollarından çekerek kayaların arasından çıkarıp kenardaki çakıl taşlarının üzerine uzattılar. Yaralanmış ve şişmiş bedenin üzerine danacının hılliğini[9] örttüler.
[1] Çömçe: Kepçe
[2] Çeper: Bahçe duvarı
[3] Kurut: Süzme yoğurdun ceviz büyüklüğünde yuvarlanıp güneşte kurutulmuş hali.
[4] Merek: Saman koyulan yer samanlık
[5] Toy: Düğün
[6] Leçek: Kenarları ı boncuk oyalı beyaz başörtüsü.
[7] Galaça: Yer adı
[8] Danacı: Dana çobanı
[9] Hıllik: Çobanların giydiği keçeden yapılan kepenek.