Fransa Gezisi
EYFEL’E ÇIKTIK BAŞIMIZ GÖĞE ERDİ
Yıllık olarak ağırladığı yaklaşık 82 milyon turistle, dünyada en çok ziyaret edilen ülkeyi görmezsek olmaz deyip Fransa’nın başkenti Paris’e doğru ilerliyoruz. Başkent Paris, ülkenin kültür ve sanat merkezi olma görevini üstlenmiş ve gerek Avrupa'nın gerekse dünyanın en önde gelen kültür merkezlerinden biri olmuş. Fransız sanatçılar, edebiyatçılar, modacılar günümüzde pek çok alanda önemli yapıtlar veriyor.
Gördüğümüz bir tabela aklımızı çeliyor ve sapıyoruz bilmediğimiz ülkenin bilmediğimiz yollarına. Disneyland diye gittiğimiz yer ‘Asteriks Park’ çıkıyor. Asteriks Fransa patentli bir kahraman… Hayal kırıklığımızı üzerimizden atıp şöyle bir inceleme yapıyoruz. Etrafında yerleşim olmayan bir alana kurulmuş çok ama çok büyük bir lunapark. Bizim bildiklerimizden çok farklı; yemyeşil araziye sere serpe yayılmış müthiş bir yer burası.
Havada taklalar atabileceğiniz araçlar, upuzun trenler, göğe çıkarıp akabinde yerin dibine geçirme mantaliteli aletler, hepsi fazlasıyla burada. Ama ben yine de hoşlanmıyorum bu atraksiyondan. Rüyalarındaki düşme hissinden acayip nefret eden bireylerin, bu his merkezli aletlere olan düşkünlüğü anlamak mümkün mü? Çocukluğa dönmekmiş, eğlence, adrenalinmiş; benim için lunapark eşittir mide bulantısı ve baş dönmesi, bir nevi hastalık yani.
Şehre giriyoruz…
Köprü altında teneke bidonlar, etrafa saçılmış çöpler, duvar yazıları, siyahîler, Amerikan filmlerindeki sahneleri çağrıştırıyor ve refleks olarak ani bir hareketle kapılarımızı kilitliyoruz. Fransa'nın dışarıdan aldığı yoğun göç ve göçmenlerin ülkelerinden taşıdığı kültür ile günlük yaşamda önemli değişiklikler göze çarpıyor, mutfak ve edebiyat alanlarında öne çıkan bu değişikliklerle Fransa’da her geçen gün daha çeşitli gelenekler doğuyor. Buraya gelen göçmenler diğer Avrupa ülkelerine nazaran asimile olamamış, asi, agresif ve otorite kabul etmeyen bir zırhla geziyorlar adeta.
Merkeze doğru yaklaştığımızda sarayı andıran bir binanın önünde duruyoruz. Koşar adım ilerleyip içeri ani bir dalış yapıyorum. İçeri girmemle yüzüme kapının kapanması bir oluyor. Saray sandığım binanın Magdelene Kilisesi olduğunu öğreniyorum. İçeri de ayin var ve örtüm, Hıristiyan olmadığımı ortaya koyduğundan kabaca kovuluyorum. Plansız, rehbersiz gezmenin handikabıdır bu: keşfedersiniz yahut benim gibi sepetlenirsiniz. Ben razıyım, ne olacak diye merak etmeyi, sonunu bildiğim bir filmi izlemeye tercih ederim.
Karnımız acıkıyor…
Yurt dışı gezilerinin bir Müslüman için en can sıkıcı yönü, helal yemek sıkıntısıdır. Fransa gibi dünyanın en zengin ve lezzetli mutfağı olarak bilinen bir ülke de bile, acaba eti şaraba yatırdılar mı, domuz eti mi, danaysa domuzla aynı ızgarada mı pişti, yemeğe domuz yağı kondu mu, kekte helal olmayan katkı maddeleri var mı derken aç biilaç kalıyorsunuz. Şehrin merkezinde gördüğümüz bir Türk lokantasına açlığımızın verdiği yırtıcılıkla resmen saldırıyoruz. Bu kadar büyük porsiyon ve bu kadar kötü bir lezzet kombinasyonu, bu denli kabarık bir hesapla birleşince yediklerimiz tam anlamıyla midemize oturuyor.
Eyfel göründü…
Sonunda hedefe varıyoruz, ya da vardığımı sanıyoruz diyelim daha doğru olur. Eyfel’in yakınında olduğumuzu, orada park yeri bulamayacağımızı iddia eden arkadaşlarla tartışmamız neticesinde ikna olup arabayı orada olan büyük bir parka bırakıyoruz. İlerleyen saatlerde kulenin aslında ne kadar uzakta olduğunu ve burada ödediğimiz park parasının gereksiz olup, Eyfel’in etrafında bedava birçok park yeri olduğunu öğreneceğiz. Az sonra…
Eyfel’e doğru yürüyüşe başlıyoruz. Biz gidiyoruz ama Eyfel’in boyutu hiç değişmiyor. Yakın diyerek ısrar eden arkadaşlar ceza olarak arabayı almaya dönüyor ve biz rastgele yol tayini ile ilerliyoruz. Yol boyu tarihi dokusu bozulmamış, gotik izler taşıyan, üzeri bol işlemeli binalar dikkatimizi çekiyor. Yaşayacakları mekânlara taşlardan, hayvan, insan ve kutsal kabul ettikleri motifleri işlemek nasıl bir emektir, özendir; yüzyıllarca yıl bu mirasa sahip çıkmak nasıl bir tarih bilinci ve ecdada saygıdır? Ayrıca bunların arsalarına müteahhit hiç mi teklifte bulunmaz, tarihi eserlerinde hiç mi yangın çıkmaz, anlamak mümkün değil.
Misafirperver Fransızlar!
Yolda kendi halindeki Fransızları gözlemliyoruz. Yol soruyoruz cevap vermiyorlar. Bildikleri halde İngilizce konuşmuyorlar (İngilizcenin dünya dili olmasına müthiş tepkililer); bu kadar inat ve müstağni bir millet görmedim. Geçmişte Fransızcanın yeri ve önemini düşündüğünüzde anlayabiliyorsunuz bu tepkiyi. Örtülüyüz ve bu, inancımızı, ideolojimizi ortaya koyduğu için çok sert bakışlarla karşılaşıyoruz. Sanırım turistlerden bunalmışlar ya da İslam onları rahatsız ediyor. Ülkelerindeki düzeni bozduklarını düşündükleri Müslüman azınlıklara duydukları tepki de dinimize bakış açılarını olumsuz yönde etkiliyor. Neyse ki, ülkemizden de bu tür tepkilere alışkın olduğumuz için, tavırları pek dokunmuyor bize.
Şehrin ortasından geçen Seine nehri şehre çok hoş bir hava katıyor kuşkusuz. Merdivenleri inip nehir boyu yürümek çok keyifli, en azından bunun için sizden para istemiyorlar. Parka, kuleye, müzeye derken bütün dövizinizi almadan göndermiyor bu Avrupalılar. Üzerinde birçok köprü var Seine nehrinin. Bunların başını, Paris'in en görkemli köprüsü olan Alexandre III Köprüsü çekiyor.
Şanzelize’de yürümek…
Şanzelize, Paris’in en güzel caddesi olarak gösterilmekte; Fransızlar aralarında ‘dünyanın en güzel bulvarı’ diye hitap ediyorlar. Yabancı ve yerli turistlerin akın ettiği bir yer burası. Bulvarın alt kısmında yeşil alan ve az da olsa binalar mevcut. Bulvarın üst kısmında ise lüks butikler, sinemalar, Lido Kabaresi, tiyatrolar, restoranlar ve ünlü kafeler bulunmakta. Şanzelize'de bulunmak markalar için bir prestij nedeni: hem reklam, hem de Fransızların ve turistlerin yoğun olarak gezdiği bir yer olması satışlarını artırıyor. Birçok ünlü siyasetçi ve sanatçı da burada doğmuş ya da oturuyor.
Kimisi için romantizmin başkenti, kimisi için hayal kırıklığı. Yinede dünyanın en çok turist çeken şehri… Fransa seyahati benim için diğerlerinden çok farklı. Gittiğim tüm ülkelerde oralı arkadaşlar eşliğinde ne göreceğimi, ne yiyeceğimi bilirken burada rastlantılar, kaybolmalar, kandırılmalar refakatinde çok ilginç anlara tanıklık ettim. Peki pişman mıyım? Karakter testlerinde, uzun ve güvenli değil kısa ama tehlikeli yolu seçen biri olarak yanıtım ne olur sizce? Pişman değilim, yine yaparım…
Sömürge Krallığı Fransa…
Fransa, 17. yüzyılın ikinci yarısından bu yana dünya genelinde uluslararası ilişkiler alanında önde gelen ülkelerden olmuş, 18. ve 19. yüzyıllar arasında, dönemin en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmuş. Bu dönemlerde Fransa'nın sınırları batı Afrika'dan, güneydoğu Asya'ya kadar uzanmış, etki ettiği bölgelerdeki toplumların kültür ve siyasetlerinde belirgin izler bırakmış.
Fransa, Avrupa Birliği’nin kurucu üyelerinden ve birlik üyesi ülkeler içinde yüzölçümü en büyük olanı. Ülke, bunun yanında Birleşmiş Milletlerin de kurucu üyelerinden, Frankofon'un, G8 Zirvelerinin, Latin Birliği'nin ve NATO'nun da katılımcılarından. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biri. 360 etkin savaş başlığı ve 59 nükleer santraliyle önemli bir nükleer güçtür. Çok korkunç değil mi?
26 bölge ve 100 ilin yanı sıra, Fransa Cumhuriyeti'nin 6 adet daha denizaşırı aidiyeti (sömürgenin kibarcası) vardır. İsimlerini vermiyorum, Türkiye’deki okulları gibi başına aziz(Saint) ekleyip kafalarına göre isimler koymuşlar. Sömürmem yetmez adını da ben koyarım mantığı. Anlamadığım ateizmin bu denli yaygın olduğu bir ülkede Hristiyanlığa, misyonerliğe olan bağ.
Din kültürü…
Fransa, inanç özgürlüğünün anayasal olarak güvence altına alındığı laik bir ülke… Ocak 2007'de yürütülen bir anket çalışmasının sonuçlarına göre Fransızların %51'i kendilerini Hıristiyanlığın Katolik mezhebi ile ilişkilendirmiş, %31'i agnostik ya da ateist olduğunu, %10 başka dinlere inandığını, %4'ü İslam inancına mensup olduğunu, %3'ü Protestan mezhebinden geldiğini, %1'i Yahudi %1'i de Budist olduğunu dile getirmiş. Fransa'da yaşayan Yahudilerin toplam sayısı ise 600 bin ve Avrupa'daki en büyük Yahudi diasporasını oluşturuyorlar.
Fransa'daki laiklik olgusu 1905 yılından bu yana Fransız hükümetinin herhangi bir dini tanımasına engel olmakta. Bunun yerine Fransız hükümeti yalnızca dinî kurum, dernek ve örgütlenmeleri tanır ve mevcut yasalar uyarınca bu oluşumların politikaya müdahale etmesine engel olur.
Eyfel’e çıktık, başımız göğe erdi!!!
Eyfel kulesi yılda 6 milyon turist çekiyor. 2002 yılında toplam ziyaretçi sayısı 200 milyona ulaşmış.1887-1889 yılları arasında Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde inşa edilen kulede, intihar olayları da yaşanmakta… Şu ana kadar 400 kişi bunu gerçekleştirmiş.
Eyfel’e vardığımızda demir yığının altında oturup, arkadaşlarımızı beklemeye başlıyoruz. Yanımıza gelen bir genç yemek yiyeceği bir yer bilip bilmediğimizi soruyor, Türkçe… Allah’ım biz Türkiyeliler her yerde varız ve birbirimizi nerede olsa tanırız. “Biz bir yerde yedik ama sakın oraya gitme” diyor ve arkadaşlarımızla kuleye çıkmak için gişeye doğru yol alıyoruz.
Eyfel’in üç katı var ve her biri ayrı ücretle tarifelendirilmiş. Birinci katta restoranlar da var. En üst kat ise, çok yüksek olduğundan etrafı kapalı. İslam orta yolu koruyun diyor diyerek orta katı seçiyoruz.
Kulenin demir ayaklarında bulunan asansörlerle çıkıyoruz. Buradan bütün Paris’i görebiliyorsunuz. Her şehrin bir kulesi vardır ve ziyaretçiler buradan şehri kuşbakışı görmek ister. Eyfel’de farklı olan, siz etrafı fotoğraflarken aşağıda patlayan flaşları da çekiyor olmanız. Yani kuleyi çeken turistlerle karşılıklı birbirinizi fotoğraflıyorsunuz. Hava kararıyor ve patlayan flaşlar çok hoş bir görüntü oluşturuyor.
Tekrar asansöre binip, aşağı iniyoruz; artık gece oldu… Eyfel Kulesi’nin ışıkları, etrafındaki tarihi binaların, aslan başlı çeşmelerin ışıklarına karışırken, karşıdaki büyük havuzdaki ışıklı su gösterisiyle birleşince enfes bir manzara oluşturuyor.
Seine nehri kenarında yürürken ressamlarıyla ünlü bu kentin işportacı ressamlarını görüyoruz her yanda. Kimi karakalem, kimi karikatürünüzü yapmak için ısrar ediyor. Valla kendimi komik ve çirkin göstermek için ücret ödemek mantıklı gelmediğinden karikatürcüye “o la la” diyemiyorum.
Biraz ilerliyoruz ve bu kadar sanat kokan memleket bizimde kimyamızı bozuyor ve dakikalarca bize suluboya çalışmalarını, dergideki resimlerini göstererek ne ünlü bir ressam olduğunu anlatan ressamın tablolarında iki adet alıyoruz. Bu resimlerin fotokopi olduğunu, Fransız kazığı yediğimizi, ülkeye döndükten ve büyük bir şevkle çerçeveciye gittikten sonra anlayabiliyoruz.
Uykumuz geliyor ve kalacak yer arayışına giriyoruz, ancak ne mümkün. Adamlar bize gülmeye dahi tenezzül etmiyor. Bu Avrupalılar yazdan kış, kıştan da yaz tatillerini ayarladıklarından çat kapı oda istememiz üç kusurlu hareketten biri oluyor ve bu defa biz olaya Fransız kalarak çıkıyoruz mekândan, arkamızı dönüp bakmıyoruz bile.
Versay Sarayı…
Sarayın önü; genelde kalabalık… Yaklaşık bir saat bekledikten sonra, içeri girebiliyorsunuz. Burada iki çeşit bilet satıyorlar: 13 ve 20 avroluk biletler. Aralarındaki tek fark ise, Kraliçe Marie Antoinette’nin dairesinin görülmesi. Bu dairede yatak örtüsü ve perdelerin rengi solmasın diye, flaşlı fotoğraf çekilmesine de izin vermiyorlar. Saraya her gelen kraliçe farkını ortaya koyma adına yeni, gösterişli eklemeler yaparak bu abartılı şaşalı yapıyı ortaya çıkarmışlar. Bizdeki eltilerin senin ev kaç göz oda benimki daha büyük olmalı diyerek odaya oda ekleyip gecekondularını labirente çevirmeleri, tarihin tekerrürü değil de nedir? Eltimin aldığı ev üç yüz metrekare deyip, 600 metrekare ev alanları biliyorum.
Louvre müzesinin merkezindeki Da Vinci şifresi adlı romana konu olan meşhur cam piramit… Aynı zamanda müzeye buradan giriş yapılıyor. Meşhur Mona Lisa resmi de bu müzede… Notre Dame Katedrali’nin mimarisi ise görülmeye değer. Arc de Triomphe ise, Roma İmparatorluğu’nun zafer ark'larını anımsatan bir anıt; Napolyon savaşları döneminde hayatını kaybetmiş askerler anısına yapılmış ve Paris'in en merkezi yerlerinden birinde konumlanmış.
Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin…
Fransa Kraliçesi Marie Antoinette, Avusturya’dan gelin olarak geliyor. Bu muhteşem şatoda, lüks içinde yaşıyor ve bu yaşantısı, kanlı bir ihtilal sonucu, giyotinde başı kesilerek bitiyor. Kendi yaşadıklarının dışında, halkın yaşadıklarını asla önemsemeyen aristokratların, giyotinde ölümle biten yaşamları… Açlıktan inleyen ve sarayı basan işgalcilere iyi niyet göstergesi olarak söylediği “Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” sözü, işgalcileri bir miktar kızdırmış. Jean Paul Sartre’a göre bu tarihi sözü söyleyen başka bir prenses, bize göreyse Marie değilse ne fark eder, aristokrasi halkı deli eder.
Fransa neden bu kadar turist çekiyor. Ülke soğuk, insanlar soğuk, ülke ile özdeşleşen demir yığını nasıl oluyor da romantizmin simgesi oluyor. Ortada alınması gereken ders, müthiş bir pazarlama stratejisi var kanımca. Neymiş cafeleri varmış, o kafelerin evvai çeşidi her ülkede var. Modanın merkeziymiş, o dükkânların önünden dahi geçerken bunlara o paraları nasıl öder bir insan havsalanız almıyor. O gece arabada sabahladıktan sonra yediğimiz kötü yemeğin tadı, fotokopi resme ödediğimiz paranın acısı ve arabada uyumanın verdiği sancı eşliğinde bu güzide ülkeyi terk ediyoru