Flüt Çalamıyorsanız Operaya Gidin
Okul hayatım boyunca sevdiğim birçok ders oldu, adları değişti durdu; ama sevemediğim dersin adı hep aynı kaldı. Matematik diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Matematiğim hiç on olmadı ama yedinin altına da inmedi. Fakat bir dersvar ki o ders başlayacak diye karnıma ağrılar saplanırdı. Ne bahane bulsam da ders için izin istesem diye düşünürdüm.
Beden eğitimi dersiydi hayatımın en zor dersi. Hocalarım nedense hep cevval olurlardı. Pire gibi hoplar, zıplar ve nedense ters takla atmayla köprü kurdurmaya bayılırlardı.
Takla atabilenlere ve her nasılsa köprü kurabilenlere hayrandım o zamanlar. Her derste tavan yapan özgüvenim, beden dersinde yerlerde sürünürdü. Arkalara geçer, gizlenir, yine de kurtulamazdım. Alabildiğim en yüksek not ( ki kanaat notuyla beraber) ancak altı olabilirdi. Karnemdeki tek düşük not…
Ben ortaokul ve lisede beden dersi öğretmenlerimden çektiğimi fizikçilerden bile çekmedim. Şimdi hiçbirisini hatırlamıyorum. Bilinçaltımın nerelerine gömdüysem, kaybolup gittiler.
“Şimdi nereden çıktı bu nostalji (!)?” diyebilirsiniz.
Hemen söyleyeyim: ben “Beden”den kurtuldum belki ama işkencenin hala devam ettiğini öğrendiğim için yazıyorum bu yazıyı. Aradan yirmi yıl geçmiş ama eğitim sistemimizdeki belli bir öğretmen mantalitesi ne yazık ki hâlâ değişmemiş.
Bütün öğretmenlere saygım sonsuz. Mesleğini insanca yapanlara ayrıca saygım var, ama bir de kendi kişisel kaprisleriyle bulundukları statüyü insanlara işkenceye dönüştürenler var ya onlar bir dolu insana yazık ediyor hâlâ…
Ev işlerinde yardımıma gelen ablayla konuşuyordum, hal-hatır soruyordum. “Hiç sormayın, dün akşam operadaydık!” dedi.
“Nasıl yani?” dedim. Hani opera kimsenin tekelinde değil ama “opera” kelimesini bile söylemeye zorlanan bir kadıncağızın Taksim’de operada ne işi vardı?...
“Bizim çocuk flüt çalmayı bir türlü öğrenemiyor!” dedi. “Hep bir alıyordu. Ben de toplantıda müzik öğretmenine ‘Hocam biz bunu müzikçi yapmayacağız. Ne olur geçirseniz, zorlamasanız.’ dedim. İşte olanlar o zaman oldu. Hoca hanım bunu bir hakaret olarak algıladı ve operaya gitme ödevi verdi.”
“Ya gidersiniz ya da sınıfta kalır!” deyince... Bizimkiler de dün akşamı Taksim’de opera arayarak geçirmişler. Ayaklarına su inmiş tabi.
Trajikomik bu olay beni yeniden düşündürdü. Kim haklıydı, kim suçluydu? Aslında ne suç vardı ne de suçlu. Sistem yeteneklere göre düzenlenmediğinden birileri flütle, birileri-atlama zıplamayla birileri de matematikle zorlanıyor. Zorlanmanın da ne yazık ki ne “zorlayan” ne de “zorlanan” açısından bir yararı olmuyor.
Şimdi ben beden dersleri sayesinde sporu seven bir insana mı dönüştüm? Yok öyle bir şey! Ya da bu çocuk şimdi flüt çalmayı hırs mı yapacak? Ya da operaya gitme ödevi vererek çocuğa sanatı sevdirmiş mi oluyoruz? Matematiğe zorlayarak insanları dahi mi yapıyoruz? Hiçbir sorunun cevabı “Evet!” değil.
İnsanları reaksiyoner yapıyoruz yalnızca. Oysa öğretmenlere de yazık değil mi? Gerçekten flüt çalmak isteyenlerle uğraşsalar ya da spora yetenekli olanlarla çalışsalar, belki sonuçlar çok daha farklı olacak.
Bazı şeyler sadece istemekle veya çalışmakla olmaz. Yetenek lazımdır. Bir alanda yetenek varsa vardır, yoksa yok... O zaman başka bir alanda var olan yeteneğe yönlendirilir.
Her konuda israftan bahsediyoruz. İnsanların yeteneklerinin de israf edildiğini fark etmeliyiz. Hem büyük ölçekte hem de kişisel inisiyatif aldığımız ölçekte daha insani yollar aramalıyız diye düşünüyorum. .
Takla atamıyorsa koşsun. Flüt çalamıyorsa, şarkı söylesin, nota okumayı öğrensin. Onu da yapamazsa şiir okusun ki şiir de müzikseldir.Ne diyelim, arayan bulurmuş değil mi?