Eylül Buhranı
Bulutlar ne kadar asumanda tatlı tatlı oynaşsa da, meltemin tadında eylül var. Sabahın titrek esintisi kibarca nasıl da yazı yola saldığımızı anlatıyor. Ömrün bir yaz öyküsü daha ha bitti, ha bitecek. Yüzümde eğri bir gülüş, kirpiklerimde ilişmiş hüzünlü yaş. Ve ben nereye gitsem, kiminle sohbete varsam bir bakıyorum ki yabancıyım. Âlemi seyre dalıyorum kendi penceremden. Öyküler geçiyor bir biri ardına kaldırımlardan, vitrinlerden, dünyadan. Kimi ağlamaklı, kimi sahte gülüşlü, kimi kendinden bihaber… Bir keder düşüyor gizli gönlüme. Sanki ağlayan gözler daha hakiki. Sanatın ta kendisi olan gerçek yaşamdan neden bu kadar uzaktayım. Oysa güzle birlikte dökülen hayallerin yerini yeni hayaller almaz mı? Şimdi ikindi vaktinin güzelliğinde hüznün hakkını verip ağlasam sanki herkes bana gülecek gibi. Utanıyorum. Oysa ağlamak herkes gibi benimde hakkım değil mi?
Kimi zaman farkına varıyorum ki yaşamak istediğim hayatı ararken, yaşadığım hayatı kaybediyorum. Sonra tekrar sefil değer yargılarının belirlediği uğultulu kargaşanın içine dönüyorum. Yalana, riyaya bulanmış murdar suratlar, kirli dişlerini göstererek gülümsüyor her bir yerde. Bir anne görüyorum, çiçekli basma şalvarlı. Başında oyalı yazması… Elleri nasırlı, parmak uçları çatlak… Ağlıyor tevekkül ederek. “Vatan sağ olsun.” diyor. İşte o an var ya! Yeryüzü de ağlıyor gökyüzü de.
Acının tarifinin olmadığını hep iddia ederim. Yine ediyorum. Ne geçen yıllar ona ilaç olur nede bin bir teselli. Kahır, keder, ıstırap ve acı laftan anlar mı hiç?
Bir yerlerde bir öykü bittiğinde bilirim ki bir yorgun kadın daha gönül heybesini doldurarak çekip gitti bu dünyadan. Büyülü kederinin içli şiirini arkasında bıraktığında bilmez ki ansızın bir yerden yeni bir acıyla doğacağını.
Doğmak! Ne güzel anlamlar barındırıyor. Ya ölmek? Bana göre sonsuz veda olan bu hal, arkadaşıma göre sonsuzlukta olanlara kavuşmaktır. Acısı olan rol yapabilir mi?
“Vasiyet ettim. Ben ölünce kimse ağlamasın. Oynasınlar gülsünler. Akordeon, Tar, Nağara çalsınlar. Mezar taşıma da ‘Muradına erdi’ yazsınlar. Çünkü o gün benim toy günümdür.” diyen o kadının yarası gök kubbenin sinesinde kanıyordu. Onun o toy gününü anlatışını dinlediğimde nefesim ciğerimde, sözüm, soluğum boğazımda düğümlendi. Gözlerim ağlamaya utandı. O bunları arzu ederken kendince rahat, emin bir rol sergiliyordu. Oysa alevsiz, dumansız yürek yangınına, çırpınışına şahit oluyordum. “Eşim” diyordu. “Kızlarım, anam, babam, kardeşlerim, bütün ailem.” diyordu. Bende onunla birlikte tutuşuyor yüreğini yüreğimde hissediyordum. Bir yaz gecesinde sallanan yerin altında kalan onca sevdiğinin ardında yapayalnız kalmak. Bu acıyı kim anlar?
Kimi kelimeler kifayetsiz, kimisi de söz içinde yanıp tükeniyor. Nasıl anlatmalı o onurlu duruşları bilmiyorum. Beyhude zamanların kölesi olmaktan kurtulan yaralı yürekler, bir gün hak dermanıyla deva bulacaklar elbet.
Ah bu eylül yok mu? Hüzünlü vakitlerin padişahı sanki… Yine geldi kuruldu tahtına. Benimse dört tarafım sanki harabistan ülkesi. Ya ben duygularımı onun boynuna dizmişim, ya da o beni kendine hasım ilan etmiş. Vedalı sözlerim, vedalı ağlayışlarım hep bu mevsimde olmadı mı? Babamda son sahnesini eylül ikliminde almadı mı? Hayat içinde kaybolan bütün güzellikleri alıp, gönlüme gam düşüren güz günleri hemence gitsin istiyorum. 02.09.2016/ANKARA