Eylül Ayı Gerer Beni
Ne zaman Eylül ayına girsek benim içimi bir sıkıntı basar. Yaz aylarının bitmeye yüz tutup, yaprakların renk değiştirmesiyle ilgili değildir benimki. Ya da üç aylık yaz tatili bittiği için okula başlamak zorunda kalan öğrencilerin depresif durumu ile de alakası yoktur. Çok basit bir nedeni vardır, 32 yıl önceki 12 Eylül darbesini, darbeden sonra ölümle burun buruna yaşadığım kaçaklık günlerimi, doğup büyüdüğüm topraklardan sığınmacı olarak sürgüne gittiğim mültecilik yıllarımı düşünmeye başlarım, içim kararır, öfkem tırmanır, tansiyonum yükselir.
Bu sene, eski yıllara göre daha sakin karşılar gibi olmuştum Eylül’ü. Ergenekoncuların, Balyozcuların, 28 Şubatçıların yanı sıra hayatımdan 20 yılımı çalan 12 Eylülcülerin de yargılanmaya başlaması yüreğime az da olsa su serpmiş, sonucunu şimdiden bilemiyor olsam bile, bir zamanların dokunulmazlarına dokunuluyor olması ruhuma iyi gelmişti.
Son zamanlarda kapı komşumuz Suriyeli bir diktatörün kendi halkını binlerle, on binlerle katletmeye başlamasıyla ben yeniden otuz yıl öncesini, ben ve benim gibi başka ülkelere sığınmak zorunda kalan on binlerce sığınmacıyı ve bu gün yaşananları, gazetelerin yazdıklarını, televizyonların anlatıp gösterdiklerini düşünmeye başladım. Her tarafından adaletsizlik, haksızlık, savaş ve açlık dökülen yaşadığımız dünyada milyonlarca sıradan insanın hiç beklemediği bir anda, kendini hiç beklemediği koşulların içinde bulabildiğini anımsadım.
Böylesi savaş, darbe ve açlık anlarında insanların, kendisinin ve sevdiklerinin yaşamını güvenceye alabilecek bir yer aramasından daha doğal, daha insani ne olabilirdi acaba? Ölümden kaçmak, yaşamaya devam etmeye çalışmaktan daha doğal, daha insani dürtünün ne olabileceğini bilen var mıdır? Benim sığındığım ülkenin devlet kurumları, insanları bize kapılarını açtılar. Aralarında pek gönüllü olmayanlar da vardı, ama açtılar kapılarını. On binlerce askeri darbe mağduru, hem kendi hem de sevdiklerinin yaşamlarını kurtardılar. Çoğu solcuydu bu sığınmacıların.
Ölümden kurtulmakla kalmadılar, çoğu oralarda kendine ve sevdiklerine yeni bir yaşam kurdular. Kah orada yaşıyorlar şimdi, kah burada. O solcuların bir kısmı yeniden sosyal ve politik yaşama da katıldılar bu coğrafyada. Partiler kurdular, adı özgürlük, eşitlik, emek, sosyalist ve komünist olan. Hepsinin içinde, bir zamanlar ölümden kaçıp oralarda sığınmacı olanlar vardı. Suriye denen savaş cehenneminden de insanlara kaçmaya başladığında, dünkü kendi hallerini düşünüp, tüm güçleriyle onlara ev sahibi olmak için yarışmaları gereken insanlar olmalıydı bunlar. Ama heyhat! Vazgeçin ev sahipliğini, o insanların kendi olanaklarıyla buldukları evlerden atılması, savaş ve ölümden kaçanların bu topraklarda barındırılmaması için sokağa döküldü birçoğu.
Suriye sınırındaki bir ilimizde ölümden kaçanlara nefes alacak bir alan bırakmamak için gösteriler yaptılar topluca. Neydi dertleri sahi? Ölümden kaçmak, bir yerlere sığınmak sadece biz solculara mı mahsustu, dini, dili, politik inancı mı belirleyecekti ölümden kaçanlara karşı nasıl ev sahipliği yapacağımızı? Ölümden kaçanlara, her türlü kültürel, etnik, dini vb. önyargılardan uzak, insan olarak bakamayanlar, bırakın solculuğu insan olma hakkına sahip olabilir mi? Zül saydım, utandım o solculardan, solun adını nasıl kirlettiklerini, onlardan arınmadan bu topraklarda solun hak ettiği saygınlığı kazanamayacağını düşündüm. Ve “iyi ki başka bir solcuyum ben, iyi ki bir kan bağım kalmamış o solcularla” dedim kendime. Bunu dedikten sonra normale döndü kalp atışlarım, yüksek seyreden tansiyonum…