Eylemini Niyetine Kurban Et
İnsan yapıp ettiklerinden mi ibarettir? İnsan ortaya koyduğu eserler ile, ardı sıra bıraktıklarıyla mı ölçülmelidir? Kıymetini kametini eylemleriyle mi ortaya koyar insan?
Kalbi ve ruhu, aşkı ve vicdanı nerededir insanın? Sadece üst üste koyduğu tuğlaların yüksekliği ile mi değerlendirirsiniz bir duvar ustasının kıymetini meselâ? Duvar ustasının tuğlaları aşk ü şevk ile döşemesi ile isteksiz ve huzursuz döşemesi arasında fark yok mudur? Kalbi nerededir ustanın? Aşkı hangi perdenin ardındadır? Ustanın aşkını ve iştiyakını alıp masanın üzerine koyabilir miyiz? Bir terazi kefesinde tartabilir miyiz kalbinin acılarını? Bir hoparlöre aktarabilir miyiz vicdanının sesini? Elinin tuğlaya şevkle dokunuşunu duvarda farkedebilir miyiz? Yoksa, duvarın düzgünlüğü arkasında unutur muyuz ustanın iç hallerini? Yoksa, ustanın ruhunu ve kalbini, aşkını ve şevkini de duvarın harcı mı sayarız? Usta kim olursa olsun sadece duvara mı bakarız? Usta ne halde olursa olsun duvara mı gömeriz cümle hallerini? Batılı “kişisel gelişimci”lere bakılırsa, insan eylemleri kadardır?
Edimleri neyse, insan da o kadardır. Kişi, eylemleri üzerinden gelişir. Başarı ve başarısızlık fiiller üzerinden ölçülür. Eylem dışa dönüktür; kişinin elinde görünür. Fiili monitörize edebiliriz, seyredebiliriz, ölçebiliriz. Peki ya insanın gelişimi sadece ölçülebilene ve gözlemlenebilene mi bağlıdır? İnsanın gelişiminin dinamiklerini sadece görünen üzerinden yoklamak mümkün müdür? İnsan dışına taşırdığı eylemlerden mi ibarettir? İnsanın içinde, dışına rağmen, dışından ayrı, dışına taşandan fazla ya da az başka şeyler yok mudur? İnsanı görünür olan üzerinden tanımladığımızda, onu kabaca bir makineye, tanımlanmış ve belirlenmiş eylemleri icra eden ruhsuz bir mekanizmaya indirgemiş olmaz mıyız? Onun görünmeyen özünü, görüneni şeffaf bir örtü gibi saran içsel yönelimlerini boşa çıkarıp içinde kıpırdayıp duran duyguları işlevsiz ve anlamsız kılmaz mıyız?
Bilmem, hiç dikkatinizi çekti mi? Ben, “kişisel gelişim” teorilerinin herhangi bir yerinde “niyet” kavramına hiç rastlamadım. Niyet, eylem ya da amel gibi değildir. Görülemeyen, izlenemeyen, ölçülemeyen bir kavramdır. Niyetinizi başkalarına gösteremezsiniz; sadece kendiniz bilir, görür ve farkedersiniz. Kendinizi aynada seyreder gibi, kendinizle göz göze gelirsiniz niyetinizle. Kendinize görünür olduğunuz yerdir niyet. Kendinize görünür olduğunuz yer ise Rabbinize görünür olduğunuz yerdir. Şu halde, niyetinizin iyi/kötü oluşu ancak kendinizin bildiği bir şeydir. İyi niyetle kötü bir eylemde bulunabilirsiniz. (Kaş yapayım derken göz çıkaranlardan biri olabilirsiniz!) Kötü bir niyetle iyilik de yapabilirsiniz. (Hırsızlık niyetiyle girdiğiniz evde pencereyi açık unutup bir aileyi soba zehirlenmesinden kurtarabilirsiniz!) Yani ki niyetiniz kendinizle hesaplaştığınız alandır. Niyetin hesaba katılmadığı yerde, erdemi ancak başkalarının tanıklığında tanımlayabilir ve inşa edebilirsiniz. Niyeti yok sayan ve sadece eylemi öne çıkaran gelişim kulvarı, sizi başkalarının gözünün önüne yığar.
Başkasının olmadığı yerde erdemli olup olmamanız söz konusu değildir. Buna göre, nezaket gibi bir erdemi bir başkasının huzurunda sınayabilir ve inşa edebilirsiniz. Başkasının olmadığı yerde nezaket yok gibidir. Sanki insan kendisine incelik borçlu değildir. Karanlıkta dans edilmez. Buna göre, hiçbir kişisel gelişim kitabında “gıybet” diye bir kötülük konu edilemez. Çünkü “gıybet” birisi hakkında, üstelik kardeşiniz olan birisi hakkında, onun yokluğunda, gıyabında, bile-isteye, duyacak olsa hoşlanmayacağını bildiğiniz doğru şeyler söylemektir. Gıybet etmemek, bir başkasının yokluğunda, onun hiç duymayacağından emin olsanız bile, dilinizi doğruyu söylemekten bile geri çekmektir. Oysa, konuşmak ve bunu bir başkasına işittirmek bir eylemdir; ölçülebilir ve gözlemlenebilir. Peki ya, doğruyu ifadelendiren bir konuşma neden erdem sınırlarının dışında görülsün? Bizi kimsenin duymadığı, kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği yerde yine de “erdemli” kılacak bir gelişim kulvarı sunmuyor bize “kişisel gelişim”. “Ölü kardeşinin etini seve seve yemek” gibi bizzat Rabbimiz tarafından “tiksindirici” bir eylem olarak tanımlanan gıybeti yapıp/yapmama konusundaki yaptırımı nereden alacağız? Tam da başkasının yokluğunda ortaya çıkan bu eylemi “niyet” kavramını hesaba katmadan gelişimimize dahil etmek mümkün görünmüyor. Niyet sözkonusu olduğunda, insanın içine dalıyoruz birden. Vicdanına temas ediyoruz.
Kalbine iniyoruz. Elinden gelenlerden beriye, ağzından çıkanlardan içeriye bakmak zorunda kalıyoruz. Bu yüzdendir ki, hadisleri yorumlayan bir çok mana büyükleri, “ameller niyetlere göredir” hadisini en başa koyar. Bu hadise göre, niyetsiz eylemin kıymeti yoktur. Eylem insanın elinden, dilinden değil, içinin de içinden, kalbinden, vicdanından başlar. Niyet, kendini âlemde nereye koyduğunla ilişkilidir. Kimselerin bilmediği yerde, kimselerin duymadığı, görmediği yerde tanımlamaya zorlar kendini. Aynada kendi gözlerinin içine bakar gibi, kendini kendinle baş başa bırakır. Kendinle başbaşa kaldığın yerde ise her şeyi bilen, her şeyi işiten, her şeyi gören Rabbinle yüzleşirsin. Rabbinle yüzleştiğin yerde ise imanın sınanır. O’nun gördüğüne, O’nun bildiğine, O’nun hesap soracağına ne kadar canlı, ne kadar ciddi inanıyorsun? Buna göre, önemli hadis kitaplarında “Ameller niyetlere göredir” hadisinin “iman” başlığı altında zikredilmesi şaşırtmamalı bizi. Bu çerçevede, ömür boyu kulağıma küpe olacak bir “nasihat” aldım geçenlerde.
Hadis Doç. Dr. Mehmet Görmez’in “Din nasihattir” hadisini başlık edinen makalesi, hiç ummadığım bir yere götürdü beni. Evvelemirde, “din öğüttür/tavsiyedir.” anlamında zihnimize yerleşen bu hadisin, bizi kimselerin görmediği/bilmediği yerde bir hesaplaşmaya çağırdığını farkettim hayretle. Eğer hadisteki “nasihat”i “öğüt” yahut “tavsiye” şeklinde anlarsak, ancak bir başkasının olduğu yerde uymamız gerekiyor bize söylenene. Tavsiye de öğüt de dışa dönüktür, bir başkasının kulağına doğrudur. Ama muhterem Mehmet Görmez’den öğreniyoruz ki, “nasihat”in ilk anlamı “içtenlik”tir. Kur’ân’da içten gelerek yapılan samimi tevbeler için “tevbe-i nasuh” ifadesi kullanılır. Mumundan arındırılmış saf bal için de “n-s-h” kökünden gelen sıfatlar kullanılır. Öyleyse, “nasihat” bizi kendi içimize, kendi içtenliğimize havale ediyor. “Öğüt” yahut “tavsiye” dışa görünen eylem iken, “içtenlik”, “samimiyet”, “ihlas” derinimizde gerçekleşen ve kimseye görünmeyen niyetin ekseninde kalıyor. Nasihat, eylemi niyetin terazisinde tartıyor.
Gel gelelim, bunca açıklamanın kurbanla ilişkisine... İbrahim’in(as) İsmail’i(as) kurban etmesi, sadece eylem düzleminde bakılırsa, akim kalmış, sonuca ulaşamamış, başarısız bir teşebbüstür. Bıçak, İbrahim’in (as) onca çabasına, İsmail’in (as) onca teslimiyetine rağmen kesmemiştir. Kesme eylemi körelmiştir. İbrahim(as) de, İsmail(as) de niyetleri üzerinden sınanmışlardır kurban kıssasında. İbrahim’in[as] İsmail’i[as] kurban etmesinde, amel niyete kurban edilmiştir. Bıçak kesmemiştir. Ama bıçağı bile kesen niyet keskinleşmiş, hep keskin bırakılmıştır. Şimdi, kurbanımıza bıçağı vururken, kurbanın bizi eylemimizle yanaşamadığımız, ulaşamadığımız Rabbin rızasına yakın eyleyen bir kurb anı olduğuna yeniden inanmamız gerektir. Öyle ya O’nun katına kurbanların kanları ve etleri ulaşmaz. Kan da et de, kurban kesme eylemimizin ürünleridir, görüntüleridir. O’nun bizi gördüğünü bilerek, O’nu görür gibi yaşama keskinliğini bileyen niyetimiz ve içtenliğimizdir görünmeyenimiz. İç/ten kesebiliyor muyuz kurbanı?