Evet, Elbette Demokrasi; ama Nasıl?
Eski Yunancadaki “Demos (Halk)” ve “Kratos (İktidar)” sözcüklerinden oluşan “Demokrasi” kelimesi, en genel ve basit anlamı ile, “Halkın İktidarı” olarak tarif edilmiştir. Halkın toplanarak, toplumu ilgilendiren önemli konularda “çoğunluk” esasına göre aldığı kararların, yine halk tarafından görevlendirilen yöneticiler eliyle uygulandığı demokrasinin ilk uygulamalarından sonra, zaman içinde çeşitli teknik sorunlarla karşılaşılmıştır.
Henüz, eksiksiz ve hatadan tamamen arındırılmış, dört başı mamur bir demokratik yöntem geliştirilememiş olmakla birlikte, demokrasi bugün, insanlığın elindeki, en eski ve “en mükemmel” siyasi metodolojidir.
Ülkeden ülkeye ve zamana göre değişkenlik gösteren pek çok farklı uygulamaları olan demokrasi konusunda, çok çeşitli tasnifler yapmaktadırlar. Öyle ki, bu tasnifler bazen bizatihi “demokrasi” kavramının önüne geçmekte ve farklı algılamalara neden olmaktadır.
“Klasik Demokrasi”, “Çağdaş Demokrasi”, “Sosyal Demokrasi”, “Sosyalist Demokrasi”, “Marksist Demokrasi (ki, Marksist literatürde buna, ‘Proleterya Diktatörlüğü’ denmektedir)”, “Müzakereci Demokrasi”, “Muhafazakar Demokrasi”, …. ilh… Bu kavramların bazıları, günümüz felsefecilerince de savunulmuş ve felsefi bir temele oturtulmaya çalışılmıştır. Mesela, günümüz Alman felsefecilerinden Jurgen Habermas’ın ortaya attığı ve bir hayli üzerinde durduğu “Müzakereci Demokrasi” buna güzel bir örnek teşkil eder.
Batılı ülkelerin siyasi literatürlerinde demokrasinin siyasi bir “metodoloji” mi yoksa “sistem” mi olarak algılandığı ayrı bir konu; ama, Türkiye gibi (sadece demokrasi bakımından değil, genel uygarlık göstergelerinin pek çoğuna göre) hayli geri kalmış toplumlarda, demokrasinin bir tür “siyasi sistem” olarak algılandığı görülüyor. Toplumsal karar alma süreçlerinde demokratik metodlarla, mümkün olan en doğru ve en isabetli kararlar, bilim ve aklın kullanılma derecesine bağlı olarak alınabilmektedir.
Demokratik uygulamalarda, toplumda var olan azınlıkların haklarının korunması gereği, Dünyada ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren fark edilmeye başlanmış ve son dönemlerin en önemli siyasi konuları arasında yer almıştır.
Öte yandan, Demokratik karar alma süreçlerinde, iki temel nokta, önem bakımından öne çıkmaktadır: Bunlar, “halkın yeterince ve doğru olarak bilgilendirilmesi” ve alternatif görüşler arasında “bireysel tercihlerin karara doğrudan yansıtılması”dır. Bu her iki husus için ise, “bireysel özgürlük” ve “toplumsal egemenlik”, olmazsa olmaz kavramlardır.
Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda temel olarak kabul edilmiş bulunan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, son derece önemli olmakla birlikte, “bireysel özgürlük”le desteklenemediği için eksik kalmıştır. Her ne kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün yine o dönemde söylediği, “Cumhuriyet, sizden fikri hür, vicdanı hür nesiller ister” şeklinde bir ifade daha var ise de, bu, hiçbir zaman “bireysel özgürlük” anlamına gelmemiştir.
Diğer taraftan, toplumdaki çoğunluk görüşlerinin ortaya çıkması ve belirginleşmesi için son derece önemli ve bir o kadar da gerekli olan “özgür basın”, bugün Türkiye’de, sektörel ve yapısal bakımlardan ciddi deformasyonlarla karşı karşıyadır. Toplumsal egemenliğin sağlanabilmesi, ancak özgür basının varlığı ile mümkün olabilmektedir. Ne var ki, kamuoyunun oluşması ve yansımasındaki rolü nedeniyle, basın, “tekelci kapitalistler” ile çoğu zaman ideolojik (ve siyasi) yönlendirme amaçlı çalışan “toplum mühendisleri”nin baş hedefi olmaktan kurtulamamaktadır.
Bugün Türkiye’deki siyasi işleyiş, “oligarklar (tekelci kapitalistler ile hepsi bir çeşit toplum mühendisi olma sevdasında olan politikacılar)” arasındaki çok yönlü çıkar ilişkilerine göre olmaktadır. Türkiye ile partner olmak zorunda olan diğer ülkeler ile, uluslararası sermayenin temsilcileri de, bütün işlerini, bu duruma uygun diyalog mekanizmaları kurarak yürütmektedirler.
Bu sistemde, iktidardaki politik aktörler zaman içinde değişebildiği halde, bazı istisnalar göz ardı edilirse, “basın patronları” ve sözüm ona “üst düzey gazeteciler” yerlerinde kalmaya devam etmektedirler. Öte yandan, iktidara gelen partiler, kendi “yandaş” medyasını oluşturma sevdasına düşmekte ve ülkenin ekonomik kaynaklarından hatırı sayılır bir bölümünü basın sektöründeki (aslında kendilerini ve dolayısı ile de ülkeyi sömürmekte olan) “zorunlu” partnerlerine aktarmakta hiçbir beis görmemektedirler.
Demokrasinin, gerçekten halkın yönetime katılımını sağlayacak şekilde uygulanabilmesi, toplumun demokrasi kültürünü özümsemesine bağlı bir keyfiyettir. Bu ise, öyle, iktidara gelen birilerinin tepeden yapacakları düzenlemelerle olacak iş değildir. Halka demokrasi kültürünün kazandırılması ve demokrasi bilincinin geliştirilmesi görevi, ülkenin entelektüellerine (münevverlerine) ait zorunlu ve temel bir görevdir.
Ülkedeki (ekonomi, siyaset, bürokrasi, ordu ve din sektörlerindeki) oligarkların sağlayacakları maddi menfaatlere (ihsanlara) talip olan okur-yazar takımına “aydın” dendiğinde, gerçek entelektüeller kenara çekilirler ve meydan bu sömürücü takımlara kalır.
18. yüzyıl ortalarından itibaren, etkileri yaklaşık bir asır devam eden dönemde bilimsel bilgileri yaygınlaştıran “Ansiklopedistler”i ve siyasi bilinçlenmeyi sağlayan “Aydınlanma Hereketi”nin ünlü isimleri olan Denis Diderot (1713-1784), Charles Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778 / Francois Marie Arouet) ve Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) gibi entelektüelleri göz önüne getirdiğimizde, toplumsal egemenliğin nasıl ortaya çıktığı çok daha iyi anlaşılır. Fransız halkı, o dönemde Dünyada ilk defa, (hem de, “Tanrı’nın Yeryüzündeki Gölgesi” ünvanını taşıyan) Kral’a karşı kendi egemenlik talebini ortaya koymuş ve 1789’da gerçekleştirdiği ihtilalle tüm dünyayı değiştirmiştir.
Toplumlar kendi geri kalmışlıklarını sorgularken, işe önce, oligarklardan ve onların ihsanlarına bağlı olarak, kendi halklarına ihanet eden okur-yazarlardan başlamaları gerekiyor. Bunun için ise, 19. yüzyıl Fransız Aydınlanma Hareketinin öncüleri gibi gerçek aydınların (entelektüellerin) ortaya çıkması gerekiyor.
Halen ülkede egemenliği elinde tutan ve “cumhuriyet” kavramının ardına gizlenerek, Türk insanının geleceğini karartmakta olan bu feodal-oligarşik yapının yıkılması için, acaba bugün ne kadar ümitvar olabiliriz?