Eski Düzenin Başka Versiyonu! (Daha Ne Bekliyorduk!)
Geçen hafta bir nedenden dolayı oturduğum ilçedeki adliyeye gittim. Oturduğum ilçe ülkemizin büyük ilçelerinden ve adliyemiz de yine ülkemizin hatırı sayılır binalarından.
Giriş katının her iki yan duvarlarına Çanakkale Savaşı ile ilgili fotoğraf, belge ve bir dizi övücü afişler çerçeveletilip asılmıştı. Bunlar irili-ufaklı elli kadar vardı. Büyük bir ihtimalle kalıcı olarak oraya asılmışlardı. Çünkü çerçeveler öylesine konulmamış, külliyatlı masraftan çekinilmeyerek sabit ve kalıcı düzenlemeler yapılmıştı. Kaldı ki Çanakkale Zaferini anmaya yaklaşık daha beş ay vardı.
Şimdi diyebilirsiniz ki “ne var bunda, adliye idaresi aşka gelip önceden böyle bir hazırlık yapamaz mı? Ehhh… Biraz da abartmış olabilirler”. Yok, bana öyle gelmedi. Ben adli idarenin durup dururken aşka gelip bunca dava arasında kendisi için böyle “angarya” sayılabilecek bir işe kalkışacağını zannetmiyorum.
Burada komplocu ruhum galeyana gelip işin içinde bir iş var diye fısıldadı bana.
Yeni düzen mi desem, yeniden yapılanma mı desem veya en doğrusu yeni ideoloji gereği bu ülkenin insanlarına (illa olması lazımmış gibi) hedefler ve idealler göstermenin çabaları gibi geliyor bana.
Zira bu çerçevelerdeki yazılar, fotoğraflar öyle sıradan masumane konulmuş nesneler değil. Hepsi düşünülüp, taşınılıp öyle konulmuşlar.
Elbette bir ülkenin ve onun teşkilat yapısının yani devletin yönettiği insanlarını bir ideale, hedefe yönlendirmesi, toplum bilincini kuvvetlendirici bir takım çalışmalar yapması gayet normaldir.
Ancak bunun yeri Adliye Saraylarımıdır? Veya başka bir ifade ile mahkeme salonlarımıdır. Benim tereddüt ettiğim burasıdır.
Bilindiği gibi iktidarın yani AKP’nin bir iddiası var. Daha doğrusu iki iddiası var. Birincisi devletimiz halkı ile barışacak, halkının devleti olacak. Ve buna bağlı olarak da herkesin, her kesimin kendini özgürce ifade ettiği bir ülke olacak. Yani demokrasi anlamına uygun olarak ülkemizde varlığını hissettirecek.
İkincisi ise, Türkiye artık içine kapanık, onun-bunun güdümünde “vaziyeti idare eden” değil, bölgesinde hatta dünyada güçlü, lider, politikalara uyan değil politikalar üreten bir “dünya ülkesi” olacak.
Aslında bu iki unsur da birbiri ile bağlantılıdır. Zira ülkesi özgür ve demokratik olmayan bir ülke ancak olsa-olsa işgalci olabilir. Tıpkı yıkılan Sovyetler Birliği gibi…
Peki, adliye saraylarında dahi ideolojik davranan bir ülke idaresi demokratik ve dolayısıyla dünya devleti olabilir mi?
Bu arada kısa bir not olarak belirteyim, bu dizi –dizi çerçeveleri görünce geçmişte Atatürkçülük, çağdaşlık ya da laiklik adına mahkeme salonuna alınmayan türbanlı hanımlar geldi aklıma.
Elbette bir ülkenin mahkeme salonlarında o ülkenin adalet anlayışının ve teşkilatının ne kadar güçlü, güvenilir, erdemli, bağımsız gibi adalet mekanizmasını övücü ve yüceltici (gizli-açık, dolaylı-dolaysız) görseller düzenlenebilir. Bu gayet normaldir. Bunlar adliye binalarına gelenlere güven verir.
Ancak, “biz vaktiyle yüce bir milletin mensupları olarak öyle bir koyduk ki yedi düveli denize döktük” gibi adaletle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan söylemlerin adliye binalarına girenlere ne gibi bir güven verir tartışılır doğrusu.
Öyle ya kendi ülkesinin azınlığı veya yabancı bir ülkenin mensubu bu yazıları okuduğunda sizin adaletinize ve salonda hâkim kürsüsünde oturan hâkiminize ne kadar güvenebilir? Şahsen ben hâkime baktığımda hâkimin içinden “ size bir koyduk, denizde aldınız soluğu” dermiş gibi gelir bana.
Düşünelim bir an; Adliye sarayına girdiğimiz de böyle bir manzara ile karşılaştığımız da “vay be ne büyük bir milletin evlatlarıyız biz” dememizin mahkeme salonunda ki hâkimin doğru karar verme yüzdesinin yüksek olduğuna delalet olabilir mi? Ya da bir takım başarısızları örtmenin başka bir yolu olarak düşünebilir-miyiz?
Tıpkı geçmişte türbanlı kadını mahkeme salonuna almayarak kendi demir yumruğunu hissettiren laikçiler de olduğu gibi…
Veya şöyle de diyebiliriz… Asli görevindeki güçsüzlüğünü ve basiretsizliğini bu şekilde örtbas etmek…