Eski Bir Nottan Bey’ e
“Türkiye’nin Kars şehrinde yaşamakta olan özbe öz Türk balasıyım. 30.10.1990 tarihinde gerçekleşmesini istediğim hayalime kavuştum. Azerbaycan’ a geldim. Bu topraklara, ata yurduma ayak basmak nasip oldu. Ne mutlu.
Bakü sınırlarına girdiğimde yüzümü okşayan külek (rüzgâr) gönlümün ateşini coşturdukça coşturdu.
Varlığını, yüreğini uzaktan tanıdığım fikrini arzusunu basından takip ettiğim Halk Cephesi lideri Ebülfez Eliyev le tanıştım. Sıradan bir evin, iki kanepe bir masayla sıradan döşenmiş odasında yan yana oturduk. Sıcak çay eşliğinde saatlerce bize Azerbaycan da olup bitenleri anlattı.
Bu tanışma ve konuşma esnasında onu hayran hayran dinlerken, düşüncelerimin, duygularımın, ümitlerimin ne kadar yerinde olduğunu anladım.
Onun eşsiz kişiliği, kültürü, felsefesi nezaketi, yakışıklılığı, hürmeti, milliyetçiliği karşısında büyüye kapıldım. Ancak benim ona olan hayranlığımı hiçbir kelimenin ifade edemeyeceğinin de bilincindeyim.
İyi ki de onu tarif edecek, övecek kelime yok. Neden mi? Onun övgüden hoşlanmadığını fark ettim. Şunu da demeliyim ki ben onu anlatmaya çalışırken övmüyorum. Gerek de yok zaten. Zaten anlattıklarım her şartta yeterli olmayacak.
O engin, O dünya Türklüğü gibi dim dik, O nezaket sembolüne, O Azerbaycan bayrağı gibi mağrur, O vatan aşkıyla dolu gönüle, O insanlara sevgiyle bakan gözlere, O azatlık diye çırpınan yüreğe, O milleti için geceyi gündüz eden vefalıya, O yüce ruha sahip büyük insana hayran kaldım.
Ve onu tanımanın mutluluğunu onun dudaklarından süzülen her kelimede tattım. Onu dinledikçe Türklüğümle, ecdadımla, soyumla, insanlığımla sonsuz gurur duydum.”
Bu yazıyı yazdığım defter sayfasını yıllar önce okuyarak rafa kaldırdığım kitabımın arasında buldum. Biraz sararmış bu sayfayı ilk gördüğümde hatırlayamadım. Satırlar arasında dolaşırken ta geçmişe yolculuk ettim. İçimi tuhaf duygular kapladı. Sancılı zamanlara tanıklık ettiğim o zamanki Bakü, Gence, Karabağ ve vatan için azatlık için çırpınan Büyük insan rahmetli Ebülfez Elçibey geldi gözlerimin önüne. Ey benim başı belalı, bağrı yaralı, sinesi saf Türklüğüm ne çileler nice acılar yaşadık bu güne kadar. Ne gözümüzün yaşı dindi ne yüzümüzün gülen tarafı sustu. Ne ümitlerimizi yitirdik ne de aklımızı başımıza topladık.
Usta romancımız Dursun Kuveloğlu’ nun dediği gibi “iyi yazarlarınız varsa, milli heyecanı ve zenginliği ürüne dönüştüren kaleminiz varsa fethedemeyeceğiniz yürek, alamayacağınız intikam, ulaşamayacağınız hedef yoktur.” Neden bunu örnek verdiğimi sorarsanız, o zamanlar öyle çok şeye tanık olmuştum ki, hepsi bende kilitli kaldı. Ne kimseye anlatabildim ne de yazıya dökebildim. Ah Dursun Kuveloğlu o hatıralar keşke sizin kaleminizden dökülüverseydi. Ben yapamamışım hicapla özür diliyorum herkesten.
O büyük insan Elçibey şimdi maddi dünyada yok. Ne güzel şeyler paylaşmıştık. “Senin adın bizim varacağımız yerdir ÜLKÜ kızım.” demişti. Onu tanıdığımda yirmi yedi yaşındaydım. Keşke şimdiki aklım o zaman olsaydı, ya da şimdiki zamanımda Elçibey yaşasaydı. Maalesef hayıflanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.
Köhnemiş hüznümle bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. İlk tanışmamızda heyecandan aklım kaybolmuş gibiydi. Hiç bir şey konuşamamış hayran olduğum o büyük lideri seyretmekle yetinebilmiştim. Aradan bir müddet geçmiş tekrar ziyaretine gitmiştim. Onun Atatürk’ e nasıl hayran olduğunu biliyordum. Birkaç kitap ve küçük hediyeler yanında günlerce düşünerek akıl ettiğim hediyeyi de yanımda götürmüştüm. Üzerinde Atatürk’ün resmi basılı olan Cumhuriyet altınının küçüğünden bir rozet yaptırmıştım.
Zor ve zahmetli hayatı bile ahenkle donatan, mevhumu olduğum güzel insanın elini öptüm. O olgunluk durağının sahibi Elçibey sevgiyle alnımdan öperek “Benim gözel balam.” dedi.
“Bey size seveceğiniz bir hediye getirdim.” Dedim.
“Senin hediyen sevilmez mi? Görek.” Dedi.
Kutusundan çıkardığım altın Atatürk rozetini siyah ceketinin yakasına ellerimle taktım. Bir rozete baktı bir bana. Gönlünün sevgi duygusu, gözlerinin sevinci odaya yayılmıştı. “Bu ne güzel hediyedir. Bunu ölene kadar yakamdan çıkarmayacağım balamcan.” demişti. Ve hiç yakasından çıkarmadı. Ne zaman televizyonda, gazetelerde görseydim yakasında o rozet vardı. Her gördükçe Bey’ i yüz yüze görmüş gibi çılgınca heyecanlanırdım.
Aradan çok uzun zaman geçti. Ve ben yine Ata yurdumdaydım. Güzel her vakitte, her yaşta, her iklimde, kederde, hüzünde ve dahi ölümde de güzel olur ya Azerbaycan da her bir halde güzeldi. Elçibey’in ülküsü gerçek olmuş yurdu azatlık şerbetini içerek mest olmuştu. Hazara bakarak; “Bey, ne ne çok yakışmış azatlık Türk yurduna.” demeden edemedim. Şehitler hıyabanın alt tarafında sahilde dolaşırken Hazarın suyunda dalgalanan Türk bayrağının aksini gördüm. Gönlüme huzur doldu. Ne güzel yakışıyor azatlık bize.
Elçibey’i ilk tanıdığımda bana söylediği mana yüklü yadigâr kelimeleri olan; “Gün gelecek azatlık meydanında, hazarın kırağında, Azerbaycan bayrağının kölgesinde doya doya gezecen. O vakit Bakü küleği saçlarına dolanacak. ” kulaklarımda hoş bir muğam gibi çınladı.
Sonra kabrini ziyarete gittim. Ayakta duran heykeli hakikatte ki hali gibi heybetliydi. Ve yakasında Atatürk rozeti vardı. “Hiç çıkarmayacağım.” demişti. Çıkarmamıştı.
O zaten yapamayacağı hiçbir şeyi demezdi ki. O hiçbir zaman seraba aldanmadı ki elinde çöl kalsın. O zavallı dünyanın çaresiz insanı değildi. O dedi yaptı ve şimdi istirahate çekildi.
Kıymetli insanlara duyulan sevginin, hürmetin, saygının sonsuza kadar olacağını bir kez daha yaşıyorum.
Kimi insanlar ölmüyor, ölmeyecek. Gönüllere de gömülemezler ancak gönüllerde yaşarlar. Ve gönüllerinde, akıllarında, hayatlarında yaşatanlara akıl olurlar, fikir olurlar, edep olurlar, güç olurlar, sevda olurlar, aşk olurlar.
Dünyanın ebedi mühürleri olurlar.
22.04.2016/ANKARA