Eşitlik ve Adalet
Adaletin olmadığı yerde eşitliği aramak!
Bir okurum; “İslam dini, bildiğimiz Karl Marks ile Engels'in sosyalizmi ile neden ters düşüyor? Ve madem İslam, fakir ile zengini yani proleter ile burjuvayı eşitliyor, neden günümüzde uygulanmıyor” diye sormuş.
Ben de cevaben, Karl Marks ile Engels'in sosyalizminin ötesinde, bu konunun çıkış noktası olan ‘Eşitlikle’ alakalı düşüncelerimi şu şekilde ifade etmek istedim.
“Senin malın benim malım, benim malım senin malın” mantığı veya “Kimsenin mülk sahibi olmaması fakat malın herkesin oluşu ile devletin herkesin ortak ‘malı’ olmalı anlayışı”, gerçek hayatta ne kadar geçerli ve rasyoneldir?
Öncelikle belirtmem gerekir ki: ‘Hukuksal eşitlik’ ve ‘Mülki eşitlik’ aynı şeyler değildir.
Bir işçinin ve bir patronun mülkünün eşit olmaması, bu iki sınıftaki insanların hukuksal alanda da eşit olamayacağı anlamına gelmez.
Sınıfların mülken eşit olmaması ve hukuk karşısında eşit olmamaları aynı şeyler değildir.
Bir işçinin hukuksal değeri ile bir patronun hukuksal değeri aynı ve eşit olmalıdır.
Hz. Ömer’in sıradan bir vatandaş ile valiyi hukuken eşit bir statüde değerlendirip, valiye kısası uygulaması bu eşitliğin uygulamadaki somut örneğini teşkil etmektedir.
Sınıfların farklılıklarını yok etmek ve o farklılıkları ortadan kaldırmak kaydıyla eşitliği sağlamak ile tüm sınıfların doğuştan kazanılan ortak değerlerde hukuksal açıdan eşit olmalarını sağlamak aynı şeyler değildir.
İslam dini, madem fakir ile zengini yani proleter ile burjuvayı eşitliyor, neden günümüzde uygulanmıyor? Sorusuna gelince de; neden uygulanmıyor sorusunun muhatabı İslam değil, günümüz müslümanlığı ve müslümanlarıdır.
Ayrıca İslam, fakir ile zengini eşitlemiyor, zekât ve benzeri faaliyetlerle zengin ve fakir arasındaki uçurumun anarşiye, kargaşaya ve gaspa yol açmasını önlemeyi ve “Veren el alan elden üstündür” mantığıyla barış ve huzurun teminatı olan paylaşımı merkeze yerleştirerek sosyal denge ve hayatın idamesini sağlamayı amaçlamaktadır.
Günümüzde İslam’ı savunan veya savunduğunu iddia edenler İslam’ı ne kadar yaşıyor?
Yerleşik bazı kavramların tam tanımının bilinememesi ya da yanlış tanımlanması veya yanlış alanlarda kullanılmaları, beraberinde türlü sıkıntılar getirmektedir.
Eşitlik kavramı da bu kavramlardan birisidir.
Bu kavrama anlamının dışında bir anlam yüklenmiş olması da beraberinde yanlış anlaşılmaları getirmiştir. Eşitlik her alanda aynılık anlamı taşımadığı gibi ne biyolojik ne ekonomik ne de cins ve tür aynılığını öngörür. Hukuksal açıdan, Yaşama hakkı, Özgürlük ve kişi güvenliği hakkı, Adil olarak yargılanma hakkı, Düşünce ve vicdan özgürlüğü hakkı İfade özgürlüğü hakkı, Eğitim hakkı, Özel yaşama ve aileye saygı hakkı gibi temel hakların dışında, eşit olma (aynılık) durumu söz konusu değildir.
Zaten; din, can, nesil, akıl ve mal gibi ortak değerler semavî dinlerde de korunması gereken evrensel değerlerdir.
Yani bir yöneticinin can ve mal güvenliği ile yönetilen halktan birinin can ve mal güvenliği, bir zenginin yaşama hakkı ile bir fakirin yaşama hakkı arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin yasaların uygulanması eşitliğin bir gereğidir.
Herhangi bir bireyin sahip olduğu tavuğun korunması ile bir diğer bireyin sahip olduğu bir ton altının korunması eşit ve aynı hassasiyette olmalıdır. Fakat her iki bireyin tavuğa ya da bir ton altına sahip olması eşitlik alanı değildir.
Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Şam valisi olan Sad b. Ebi Vakkas (r.a.) Şam’daki bir camiyi genişletmek ister. Bu nedenle de caminin civarındaki arsaları kamulaştırır. Ancak Şam’da yaşayan bir Yahudi, camiye bitişik olan arsasını satmak istemez. Vali arsasının değerini fazlasıyla verse de Yahudi vatandaş arsasının kamulaştırılmasına rıza göstermez. Bunun üzerine vali arsaya el koyar ve bedelini adama gönderir.
Olay halifeye intikal eder.
Halife valiye iletmesi için Yahudi’ye şu mesajı verir: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Vali bu cümleyi okuyunca, sapsarı kesilir. Uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra endişe içinde, başını kaldırıp şöyle der; arsanız size geri verilmiştir.
Burada adil ve adalet kavramları karşımıza çıkmaktadır. Her alanda adalet olmalıdır; ancak eşitlik için farklı bir durum söz konusudur.
Mülk/kazanç edinmede kuralların/yasaların herkese eşit olmasını sağlamak!
Kazanç edinme imkânlarında herkesin eşit olmasını sağlamak.
Adalet ve eşitlik mefhumları ve ifade ettikleri anlamlar karıştırılıyor.
Öncelikle adalet ve eşitlik kavramlarını karıştırmamak gerek.
Adalet eşitliği sağlar, ancak eşitlik adaleti sağlar diyemeyiz.
Adaletin olmadığı yerde eşitlik mümkün mü?
Mülki eşitlik ve hukuki eşitlik aynı olmadığı gibi, eşitliği mülki alanda sağlamaya çalışmak, daha doğrusu dayatmak, sıkıntılar doğuracağı gibi tabii de olmayacaktır. Tarihi tecrübeler bu durumu bizlere net bir şekilde göstermiştir.
Ve tabii olmayan, tabiata mugayir her hareket ve doktrin beraberinde tabiatı bozacak sorunlar da oluşturacağı bilinmelidir.
İşte İslam, belki de bu anlamda okurumun beyan ettiği sosyalizim ile“ters düşme” gereksinimi duyuyor.
Evet, toplumun sosyalitesi, huzuru ve barışı için gerektiğinde ‘Cerrahi operasyon’ niteliğini taşıyan tavırlar dahi içeren İslam hukuku ihmal edilmekte, hatta bilinmemektedir.
Ve bu hukukun işlevselliğine katkı sunması veya vesile olması amacıyla farz kılınan ibadet kısmı da, salt ve şekilsel bir tarzda merkeze alınmıştır.
İslam, birinin malının tümünü veya çoğunu zorla alıp bir fakire verip sağlanacak ‘eşitlik’ yerine, her zenginin malından malın türüne göre belirlenmiş bir miktarında fakirin hakkı olduğunu ifade etmiştir. Bunu farz kılarak da o hakkın alınmasını idarecilere yüklemiştir. Bunun yanı sıra gönülden verilecek farz olmayan sadakayı da çokça övmek kaydıyla zenginleri bu harekete yönlendirmeyi de görev edinmiştir.
İslam’a göre: Az veya çok, var olan mülkün korunmasında eşitlik vardır, ancak mülke sahip olmada böylesi bir ‘Eşitlik’ söz konusu değildir.
Ama biz eşitliği zengin ile fakir arasındaki ‘Mülki’ farka bakarak değerlendirip, eşitliği tanımının dışında kullanıp sıkıntılara sebebiyet veriyoruz.
Zengini kendi içinde, fakiri de kendi içinde ve kendine bağlı olarak değerlendirmeliyiz ki zaten böylesi bir değerlendirme de bize ait değildir. Çünkü bu durum (zengin-fakir) olası, göreceli ve tabiidir.
Kimine göre ‘Mülki Zengin’; mana fakiri, aç gözlü iken, ‘Mülki Fakir’ ise; manen doyuma ulaşmış, kimsenin malında gözü olmayan gerçek zengindir.
Yani zenginlik dahi göreceli iken; eşitliği mülki zenginliğin çokluğu veya azlığına indirgemek, zenginliğin tanımına ters düşeceği gibi, kıymet ve değerin de mülk ile belirlenmesine vesile olacak ki, bu da etiği derinden sarsacak ve adaletin eşit olarak tecelli etmesine mani olacaktır…
Hukuksal alanın dışında eşitlik, ancak hemcins ya da hem-tür gibi durumlarda söz konusu olmalıdır. Hemcins olmayan iki canlının yarışında, örneğin; kaplumbağa ve tavşan yarışında bitişe ulaşmada ve hız konusunda birinci olarak tavşanı belirlemek ne eşitliğe ne de adalete sığdırılabilir bir durumdur.
Bizim bu durumda yapmamız gereken, yarışı gereken eşitlik alanında yapmamızdır. Yani iki kaplumbağayı yarıştırıp yarışmanın kazananını belirlemektir.
Bunu yaptığımızda eşitliği doğru ölçütlerde ve alanda yapmış oluruz.
En başta da dediğim gibi, bu durum bu alanda değildir. Yani eşitlik alanında değildir.
Sevgi ve saygı alanını ele alırsak.
Hayatta genel geçer kurallar vardır. Balıkların suyun akış yönünün tersi istikametine doğru yol alışları gibi.
Bu kuralların dışında kalan müstesna ‘Kamil İnsan’ karakteri haricinde tüm insanların, herkesi eşit derecede sevmesi ve bunun olması gerektiğinin dikte edilmesi ne kadar doğrudur?
Sevgide eşitlik olmayabilir ama saygıda eşitlik sağlanmalıdır.
(M. Burhan HEDBİ) 14 : 03 : 2012