content
06 Ağu

Ertelenen Hayaller

Güneş sımsıcak kollarıyla kumsalı kucaklıyordu. Haziran ayının sonlarıydı. Serin bir ağaç gölgesinde minderlere uzanmış bikinili güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar derinsohbetlerdeydi. Çimenlerin üstünde annelerinin elinden kurtulmuş denize doğru koşan küçük çocuklar ve ellerinde servis tepsileriyle siparişleri yetiştirmeye çalışan sağa, sola dağılmış garsonlar dikkati çekiyordu. Şehrin en zengin iş adamları, sanatçılar ve gözlerden uzak olmayı düşünen âşıklar plajın renkli simalarıydı.

İskeleden atlayıp, önce dibe dalan bir süre sonra kıvrak edasıyla su yüzüne çıkıp iskeleye tutunan efsane genç kıza takıldı Emre’nin gözleri. Mutlaka fotoğrafını çekmeliyim diye düşündü. İyi iş olacak dedi. Etrafta başka muhabir de yoktu nasıl olsa.  Ama yüzünü net göremeden kız tekrar suya daldı. Biraz daha iskeleye yaklaşmayı düşündü.  Ya kendisini görürse… Ya resminin çekilmesini istemezse… Objektifini zumladı beklemeye koyuldu. Az önce gördüğü yüzü hatırlamaya çalıştı. Tabii ya! Bu işte, nasıl da tanıyamadım…

Beklediğime değecek diyerek heyecanlandı. Kavurucu sıcak umurunda bile değildi. Tek düşündüğü haber atlatmaktı. Onlar böyle söylüyorlardı. Gazeteciliğin zevki. Diğerleriyle bir araya geldiklerinde kasıla kasıla, ballandıra ballandıra anlatmak. Hava atmak. Filmi dergiye gönderdiğinde alacağı övgüyü düşünmek Emre’yi keyiflendirdi. Ne de olsa onca tecrübeli kadrolu muhabirin yüksek ücretlerle çalıştığı ‘ismi lazım değil’ dergide O sadece tatil harçlığını çıkarmak için bu işi yapıyordu. Zaman geçmek bilmiyordu. Saniyeler birbiri ardına dokunan ilmikler gibi işleniyor ama bir türlü zamanı dokuyamıyordu. Emre henüz bu sabrı taşıyacak olgunlukta değildi. Yakışıklılığından, maviş gözlerinin çekiciliğinden, fidan boyundan sık sık söz edilip, etrafınca şımartılınca kendisinin büyüdüğünü zannetse de o henüz bir çocuktu. 13 ünü daha yeni bitirmişti. Ortaokuldaydı henüz. Yaz tatilini değerlendirsin, hayatı tanısın, anlasın,  pişsin derlerdi ya hani eskiler. Okullar kapanır, kapanmaz babalar çocuklarını ellerinden tutar doğru arkadaşlarından birine götürür “eti senin kemiği benim” derlerdi. Tamirci mi olur, berber mi olur,  aşçı mı olur, marangoz mu olurdu. Ya da babalar kendi mesleklerini öğretirler, babadan oğla kazanılan meslekler böyle devam ederdi. Emre de baba mesleğine özenmişti. Babası elinden tutup ‘ismi lazım değil’ dergiye getirmişti. En çok ilgilendiği şey kendisine vaat edilen harçlıktı. Aylık anlaşmışlardı. Her fırsatta neler satın alabileceğini, neler istediğini düşünüp hayaller kuruyordu.

Vakit öğleni çoktan geçmişti. Karnının acıktığını hissetti. Babası zaman zaman Emre’yi yalnız bırakır “artık çocuk değil, uyanık olsun çalışmayı ve ihtiyaçlarını karşılamayı öğrensin” derdi. Emre fotoğraf makinesini kutsal bir emanet gibi sıkı sıkı göğsüne bastırarak büfeye doğru yürüdü.

İnsanlar yanık bedenlerini serin sulara bırakmışlardı. Denizin üzerinde sadece başlar görünüyordu. Demir atmış teknelerden de denize atlayanlar, su kayağı yapanlar denizin ve güneşin tadını çıkaradursun, Emre daha ayağını bile denize sokmamıştı. Şöyle bir dalış yapmayı canı çekti. Gözleri uzaklara daldı. Denizin kaybolup bittiği koyun üzerinden, kıyı boyunca uzanan dağları geçip sonsuzluğu aradı. O sonsuzluğa hayalleri yerleşti. Küçücük dünyasına sığmayacak kadar büyüktü hayalleri. “İsmi lazım değil” dergiden vaat edilen harçlığını düşünürken hayallerinin gerçekleşme olasılığı yakın göründü.  Telefon almak istiyordu. Arkadaşlarının telefonundan. Hani son model kameralı olanlarından… Ama parası yetmezdi ki. Bütün yaz çalışırım o zaman diye geçirdi içinden. Sonra bisiklet almayı düşündü. Uzun zamandır düşlerini süsleyen yarış bisikleti. Babası hep “paran varsa alırsın, çalış kazan öyle al” demez miydi? Şöyle pembe-siyah, Shimano. 14 vites, parmak lastik. Kendini bisikletiyle yarışta düşündü. Rakiplerini büyük farkla geride bırakmış rüzgârla yarışıyordu. Finale vardığında kupayı kucaklıyordu. Kendisine yapılan tezahüratlar, alkışlar yavaş yavaş dalgalanmaya başlayan denizin dansına da tempo tutuyordu. Daldığı bu tatlı düşünden uyanması çok sürmedi. Babası gelmişti. Benim “aslan oğlum neler yaptı bakalım” diyordu.

Sosyeteden, ünlü simalardan rağbet gören pazaryerinde yine iş başındaydı. Emre fotoğraf makinesini boynuna asmış dolaşıyordu. Görevi burada alışveriş yapan, alışverişi bahane edip dostlarla ayaküstü sohbetlerde kendini unutup, başkalarının ne yaptığıyla ilgilenenlerin boy boy fotoğraflarını çekmekti.

Şöyle durur musunuz efendim. Tamam, bir de şöyle alayım. Teşekkür ederim. Şunu elinize alır mısınız? Satın alıyormuş gibi olsun. Bir de buradan çekebilir miyim efendim?

Emre gün boyu dolandı durdu. Kimlere rastlamamıştı ki. Hepsi zengin, tanınmış simalardı. Ben de büyüyünce çok zengin olacağım diye söylendi önce. “Ama ben şimdi zengin olmak istiyorum” diye geçirdi aklından. İstekleri, hayalleri, gerçekleştiremedikleri bir kurt gibi küçücük yüreğini kemirip bitiriyordu. Niye sanki annesi babası zengin değildi. O niye şu anda bazı arkadaşlarının yaşadıklarını yaşayamıyordu. Oysa ailesi ona; sık sık gecekonduda yaşayan, sokakta çöp toplayan çocukları örnek gösterip, sen şanslısın diyordu. Küçücük aklı karmakarışıktı. Nasıl zengin olunur diye kafa yorardı hep. Akşam olmak üzereydi. Yorucu bir gün, batmak üzere olan güneşin eteklerine tutunmak için acele ediyordu. Pazaryeri hala kalabalıktı. Her yerde akşam pazarlığı sürüyordu. Bu koşuşturma arasında unuttuğu midesi çanlar çalmaya başladı. Kramplar giriyordu midesine. Bu defa öğlen yemek yemek için zaman bulamamıştı. Midesinden sinyal gelmese belki aldırmayacaktı ama. 13 yaşını yeni bitirmişti. O daha çocuktu. Yeter artık dedi midesini tutarak. Of ya…

Gece saat 24 ü geçiyordu. Ünlü mankenlerin sunduğu bikini defilesi; güneşin gün boyu cömertçe dağıttığı ısıyı kucağında toplamış gecede devam ediyordu. Çok sıcaktı. Havai fişekler mehtapla dans etmek için yükselmişti. Mankenler renk renk, desen desen mayo ve bikinilerle podyumda dolaştıkça izleyenleri büyülerken Emre’de ağabeyleri, ablaları muhabirlerin arasına sokulup kendine yer açmaya uğraşıyordu. Koluyla, ayağıyla itişip, kakışıp ön saflara geçmeye çabalıyordu. Peş peşe basıyordu deklanşöre. En güzel resimler kendisinin olsun istiyordu. Yerini kaybedince dudak büküp ağlamaklı oldu. Orası benim yerimdi. Buradan rahat çekemiyorum diye sızlandı bir süre. Üzülüyor, kırılıyor; babasının deyimiyle hayatı öğreniyordu. Defileden sonra sahne alan sanatçının en güzel pozlarının kendisine ait olduğu konusunda iddialara girdi. Gece bitmek üzereydi. Odasına gelir gelmez üzerini bile değiştiremeden, başı yastığa değmeden derin bir uykuya daldı. Gün boyu kurduğu hayaller bu defa peri kızlarının boynundaki inci taneleri gibi düşlerine dizilmişti.

Hayallerinden biri de, vitrinin önünden her geçişinde defalarca dönüp baktığı deniz şortuydu. Alamasa bile bir kerecik denese, üzerinde görse. Çok mu pahalıdır acaba. Yaklaşan doğum gününde babası alsa ne çok sevinecekti. O gün karar verdi. Bir fırsatını bulup mağazaya girdi. Aklı kaldı şortta. Çok yakıştığını düşündü. Satıcı kolaylık göstereceğini söyleyince isteği iyice kamçılandı. Babam almaz ki dedi. Yüz milyon. Çok pahalı. Babam hayatta bu parayı vermez. Keşke param gelmiş olsa. Sonra başka mağazalara da bakmak için ikna oldu. Belki daha ucuzu vardır diye dolaştı. Ama aklı fikri o şorttaydı. İç geçirdi. Babasına söylese alacağı cevabı çok iyi biliyordu. Paran varsa al diyecekti. Öyle bedavaya yok, çalış kazan diyecekti. Çalışmıyormuş gibi sanki. Gece gündüz çalışıyordu işte. Parası ne zaman gelecekse! Baban mı gördü böyle şort diyecekti. Bunu sen şımartıyorsun diye annesini azarlayacaktı. Yok. Yok! Babası beğendiği şortu almayacaktı.

Bir ay boyunca arkadaşları tatil yaparken onların fotoğraflarını çekmek, buz gibi serin sular en muhteşem görüntüsüyle iştah kabartırken uzaktan iç çekmek, alnının terini elinin tersiyle silerek koşuşturmak neyle ölçülürdü bilemiyordu ama babasının dediği gibi pişiyordu. Bedeni kızgın güneşte, ruhu hayallerinin arkasına saklanan gerçeklerde pişiyordu.

Bir ayın sonunda elindeki son haberleri ‘İsmi lazım değil’ dergiye kendisi getirdi. Emeği, koşuşturması, alın teri fark edilsin istiyordu. Küçücük bir söz bekledi. Kendisini şımartacak, yüceltecek, kendine olan güvenini beyaz bulutlar gibi umutlarında besleyecek küçücük bir övgü bekledi. Müdürlerin toplantısı vardı. Kimse Emre’nin bu hayallerle harmanlanan dünyasına giremedi. Beklemesi söylendi. Bekledi. Aklı vaat edilen paradaydı. Kimsenin onu fark etmemiş olmasının kırıklığını yaşadı. Oysa o ana kadar hayalleri onu hep güçlendirmişti. Kendine güvenmesini sağlamıştı. İsmi lazım değil dergiden buruk ayrıldı. Biz seni ararız demişlerdi. Bu işler böyledir. Böyle kırılan, üzülen açıkçası boşa kürek çeken ilk kişi değildi. Bunu bilse bile anlayamadı. Peki, ama neden söz vermişlerdi. Neden bu kadar terlemiş yorulmuş aç kalmış, uykularını geceye kurban etmişti. Ne kazanmıştı. Babasının deyimiyle şimdi pişmiş miydi? Hayatı böyle mi tanımalıydı. Bu yaşta böyle bir deneyim biraz ağır değil miydi? 

Emre tercihini çoktan yapmıştı. Parası gelir gelmez yarış bisikletini alacaktı. Zaten yarışlarda başlamıştı. Her gün annesinden gizli bisikletçilere gidiyor, pazarlık yapıp anlaşıyordu. Yakında param gelir diye umutlandı bir süre. Beklenen para hiç gelmedi. Yarışlar da ertelenmedi. Ertelenen, Emre’nin hayalleriydi. Ertelenen hayaller alnının terinde kuruyup kalmıştı…

ŞERİFE ÇINAR/İZMİR

serife_56@hotmail.com

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

1 Kere Cevaplanmış to “Ertelenen Hayaller”

  1. 1
    Çapar Kanat Says:

    Yazınızı okudum.Tebrikler
    Saygılarımla
    Çapar Kanat
    Çiftçi-Çiğ Süt Üreticisi



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank