Erdem!.. Akıl!.. Mentık!.. ve Korku!..
Akıl ve mantık sözcüklerini yan yana kullanmak bir alışkanlık...
Niçin mi? İkisi birbirini bütünler de ondan… Aynı anlama gelmezler. Ama yan yana kullanıldıklarında anlatımı kuvvetlendirirler.
İnsanın düşünme, anlama, tedbir alma yetisidir akıl.
Mantık da; önermelerden, verilerden sonuç çıkarma, bilim, amaç, yargı, iş, araç ya da kanıtlar arasındaki tutarlılık… olarak tariflenebilir..
Her ikisi de insani hasletlerin başında gelir. Doğada diğer hiçbir canlıya bahşedilmemiştir.
Bu nedenle; gerek dinsel, gerekse toplumsal yaşamı düzenleyen erdemlilik, yani ahlak, akıl ve mantığın hakimiyetinde kaldığı sürece insani değer olarak bir anlamı vardır..
Hin ve hainliğe kurgulanmış akıl, kendi mantığını ve de erdemini oluşturduğunda, o yüce değer insani olma vasfını kaybeder.
Kısaca, erdem, akıl ve mantık üçlüsü tutarlı bir kişilik oluşumunun vazgeçilmezleridir.
Bir birey için, bu üçlünün önemi ne ise, bireylerin bütünü olan toplum içinde o’dur.
Toplum siyasete, siyaset de topluma muhtaçtır.. Birisi yok olduğunda, diğeri kendiliğinden yok olur!.. Birisi kirlendi mi; diğeri temiz kalamaz!..
İşte siyaseti kirlilikten arındırabilecek eylem ve söylemleri topluma yaymada gerekli üç ana elemanın da budur!.. Erdem!... Akıl!... Mantık!..
Siyaset, doğası gereği çabuk kirlenmeye ve kirletilmeye müsaittir.. Çünkü içinde, tez elden ulaşılabilecek çıkarlar, kolayca gösterilebilecek bir erk, sürdürülmek istenen üstünlük yani saltanat vardır.
Özellikle, siyasetin erdem ayağı zaafa uğradığı oranda toplumsal kirliliğin boyutu da artar. Siyaseti, hakça bir yönetme becerisinin bilimi olarak değil de “çok yüzlülüğün meşruiyeti “ olarak görenler, yönetimi ele geçirdiklerinde ülkeye-topluma yararlı olamazlar.
Önce, toplumsal değerleri ayakta tutan kurumlar zaafa uğrar. Devamında da ülke adım adım büyük tehlikelere sürüklenir.
Kavramlar bozulur önce. Anlamları saptırılır, çarpıtılır, içleri boşaltılır.. Çarpıtılan bu anlamlar da topluma, bir yenilik, demokrasinin ve hukukun gereği gibi sunulur.
Özgürlük; öz anlamından saptırılarak, devlete ve onun temel kurumlarını yıkmaya varan davranış serbestisi olarak aşılanmaya başlar..
Her türlü hile, kurgu, iftira ve yalan dahil, erdem dışı yöntemlerle, devletin tüm olanaklarını kullanarak seçim kazanmanın adı milli irade olur…
Laiklikten olmadık anlamlar türetilerek, cemaatler içinde örgütlenme hakkı olarak gösterilir. Cumhuriyeti ve onun temel değerlerini savunmanın adı statükoculuk olarak çıkar karşımıza.
Artık akıl tutulmuş, mantık esir alınmış, ahlak rafa kaldırılmıştır..
Ahlakın işlemediği yerde, hırsızlık, dolandırıcılık, vurgun soygun “maharet” olmaya başlar..
İktidar yalakalığı, çıkar için yandaşlık, yağcılığın toplumdaki karşılığı, “iş-bilirlik” olur.
Kayırmacılık, koruma ve kollamacılık; “yönetsel bir hak” olarak … çıkar karşımıza.
Biat ve sadakat, işe alınmada ve kadrolaşmada liyakatın yerini almaya başlar..
Sonuçta, erdem, akıl ve mantıktan yoksun bırakılan siyaset, hukuku da kirletir, bozar güvenilmez kılar. Kirlenen hukukun, “inanılmaz ve güvenilmez” adaletin hakim olduğu toplumda tuz kokmuş ; söz bitmiştir!..
Aklın ve mantığın devre dışı kaldığı yönetimlerde ise, öfke, şiddet ve terör hız kazanır..
Öfkeyi, siyasetin bir öğesi olarak halka yutturmaya çalışanları, iyi niyetli görmek ise, gaflettir, topluma ihanettir.. Siyaset tarihi, bunun sayılamayacak kadar çok acı örnekleriyle doludur.
“Öfke geldi, akıl gitti!..” özdeyişi ile ifadesini bulan da tam budur işte.
Yöneticinin öfkesinin bedelini hep halk ödemiştir.
Öfke öncelikle; aklın ürettiği, mantığın destek verdiği, ahlakın yönlendirdiği düşünceye düşmandır.. Önce onu oturtur sanık sandalyesine… Tahammülsüzdür, hoşgörüsüzdür, intikamcıdır öfke!..
Bu gün sanık sandalyesinde gazetecilerin, aydınların, bilim adamlarının, oturuyor olması işte bu öfkenin eseridir. Sayıca çok alması da duyulan öfkenin ne denli büyük olduğunun göstergesidir..
Öfke, gelişmemiş bir kişiliğin zaafıdır-zayıflığıdır. Korkutarak bu zayıflığı telafi etmeye ve kapatmaya çalışır. Güçlü görünme çabasının bir sonucudur bu..
Aslında, korkutmayı yöntem olarak seçenler, kendileri korktukları için bu yola başvururlar..Kısaca en çok korkan, korkutandır. Bu nedenle, yönetimlerini korku imparatorluğu üzerine kuranların, binlerce korumayla, son sistem araç gereç ve donanımla korunmaya çalışmalarının altında da kendileri bir türlü kurtaramadıkları korku yatmaktadır.. “Beyaz kefenini giyerek yola çıktığını beyan etme” korkusuzluğun değil, korkunun itirafından başka bir anlam taşımaz.
Korkan, korkutur; korkutan korkar!..
Korkan, hedefine korktuklarını alır.. Siyasi otoritesini, korktuklarının etkisini azaltmak, nihai olarak da ortadan kaldırmak için kullanır!..
Hedefe, ordu alınmışsa, ordudan korkuluyor demektir... (Nizam-cedid bu şekilde kuruldu.)
Hedefe cumhuriyet alınıyorsa, cumhuriyetten korkuluyor demektir.. (Yeni Osmanlıcılık niçin devrede ve hangi amaçla canlandırılmak isteniyor..)
Hedefte; en çok Atatürk varsa; en çok Atatürk’ten korkuluyor demektir..
Ama; korkunun, ecele faydası olmadığı da bir gerçektir.