Entelektüel Yönetici Arif Toplum
Osmanlı devletinin yönetimi, başlangıçtan uzun bir süre beylik yönetimi esası üzerine devam etmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı küçük bir beylikten koca bir dünya devletine büyüyüp gitmiştir.
Beylik, aşiret reisliğidir. Başlangıçtan beri Türkler, kan bağının esas alındığı aşiret adı verilen küçük toplum organizesi şeklinde yaşamışlardır. En tecrübeli, en bilgili, görgülü ve lider özellikleri üzerinde taşıyan kişi doğal olarak aşiretin beyi kabul edilmiştir. Bey aşiretinde tüm fertlerin hak ve hukukuna riayet etmeli ve korumalıdır. Yetişkin konumda her fert aşiretin yönetiminde gerektiğinde söz sahibidir. Bey, önde gelen bilgili, tecrübeli ve arif kişilerin görüş ve düşüncelerini öncelikle dikkate alır. Türklerde beylik organizasyonu farklı kültürlerle temas edip etkilenmediği ilk haliyle bugünkü demokratik uygulamalara çok yakındı.
Avrupadaki feodal oluşumlar bizdeki beylik örgütlenmeleriyle benzerlikler taşır. Feodalitede merkezi otorite yoktur. Şahıs ve grupların oluşturduğu yerel güçler vardır. Avrupada demokrasinin temelleri feodal yapılanmalarla atılmıştır. Merkeziyetçi ve baskıcı Roma imparatorluğu sonrasında oluşan feodal yapılaşma süreci Avrupada bugün en güzel şekilde uygulanan demokrasiyi sonuç vermiştir.
Demokratik uygulamaların geçerli olup tercih edildiği beylik yönetimi esasını, Osmanlılar İstanbul’un fethine kadar genel çerçevede koruyup sürdürmüşlerdir. Fetihten sonra padişahın yetkilerinin daha çok olduğu, Roma imparatorluğu benzeri merkezi bir otorite giderek güçlenmiştir.
Beyler aşiretlerini düşünürlerken imparatorlaşma kulvarına girildiğinde padişahlar halktan çok yönetimlerini ve devletlerinin devamını düşünmüşler ve bu bir ideal, bir inanç olarak ‘devlet-i ebed müddet’ şeklinde ifade edilmiştir.
Osmanlılar, devletlerini kurup yücelten ve son ana kadar onun uğrunda her türlü fedakarlığı yapan Türk toplumundan hep hizmet ve fedakarlıklar beklerlerken devleti yayma ve güçlendirme adına bu asil toplumun yaşadığı Anadoluyu maalesef ihmal etmişlerdir. Hiç almayıp devleti için hep veren bu toplum her şeye rağmen yöneticilerine sadık mı sadıktır. Bu anlamda o, çok bilgili, aydın, arif ve hatta fakihtir. Onun arifliği her şeye rağmen devletini koruyabilmesidir. Zira orta Asya’dan bu yana onun başına zaman zaman bilgisiz, tecrübesiz, zalim, yerine göre deli, hayalperest, yeteneksiz ve yetersiz yöneticiler gelmiştir.
Bugün hala aşılamadığını düşündüğüm büyük sosyologumuz Ziya Gökalp, zamanın aydın kişileriyle ‘münevver (aydın) kimdir, arif kimdir?’ tartışması yaparken bulundukları devlet kurumunun en alt seviyesindeki Abdullah efendi onlara çay getirdiğinde, tartışmalarına örnekli cevap verip sonuçlandırmak için Abdullah efendiye ‘gözün aydın Abdullah efendi, Avusturya bize şeker gönderiyormuş’ der. Birinci dünya savaşının zor günleridir. Şeker gibi bir çok gıda Avrupa’da dahi bulunmamaktadır. Abdullah efendi cevabını hemen verir:’Paşam, Avusturya’nın şekeri olsa kendi yer’. Bunun üzerine Ziya Gökalp münevver ve aydın tartışmasına şöyle noktayı koyar: ‘Bizim gibi tahsil görerek kendini yetiştirmiş bilgili kişiler münevver(aydın), Abdullah efendi gibi yeterli tahsil görmemekle birlikte algılayışı kuvvetli kişiler ise ariftirler’.
Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı şehzadeleri günün imkan ve şartlarında en iyi eğitimle yetiştirilmeye çalışılmışlardır. Osmanlı padişahları zamanlarına göre bir çok konuda bilgili ve aydındırlar. Yetiştirilmelerinde edindikleri bilgilendirmeler onların ufkunu açmış; birçoğu çağını ve yakın geleceği iyi okuyabilmiştir.
Osmanlı padişahlarının zamanlarının münevveri diyebileceğimiz birer kişilikler olmaları, aynı şekilde en alttan en üste kadar iyi eğitimli kişilerin devlet kademelerinde yer almaları Osmanlının hakimiyetini dolayısıyla devlet ömrünü uzatmıştır.
Teknik üstünlüğü yakalayan Avrupa’dan esen baskın modernlik, üstünlük ve Avrupalılık rüzgarıyla sersemleyen Osmanlı aydının bu durumu yanında, üstüne üstelik birde birinci cihan harbiyle çöküşe giren imparatorluğun eğitim sisteminin de çökmesi nedeniyle donanımlı yönetici kadrosu da yetiştirilememiştir.
Çetin uğraşlarla verilen kurtuluş savaşı sürecinde Osmanlının nerdeyse bir avuç kalmış yukarda bahsedilen özellikteki aydını yeni bir devletle bu devlete yeni yöneticiler yetiştirme güçlüğüyle karşı karşıya kalmışlardır. Yeni rejimin getirdiği rüzgarla Abdulhamit’in kurduğu okullar daha da çoğaltılarak Anadolu insanıyla pek barışık olmayan bir elit yönetici kadrosu ortaya çıkmaya başlamıştır.
Tanzimatla başlayan batılılık, çağdaşlık, dini değerler ve dindarlık unsurlarını hala bir potada bir araya getiremedik. Yöneticilerimiz, elitlerimiz, aydınlarımız hala tek taraflıdır. Çağdaştır, moderndir ama dini konularda cin çarpmış gibi tutulup kalmaktadır. Aynı şekilde dini değerler öncelikli dindar ve aydındır ancak modernlik görüntüsü karşısında kendini ateşe çağıran koca şeytanı görmüş gibidir.
Bugün tüm tabuları yıkmış, çok iyi eğitimli, aydınlanmış entelektüel yöneticilere ihtiyacımız vardır. Yöneticilerimiz donanım olarak Osmanlının şehzadeleri kadar bile olsalar bu büyük bir başarıdır. Tanzimattan bu yana çözemediğimiz sorunlarımızı artık çözeceğiz demektir.
Entelektüel yöneticinin yanında toplumunda arif olması şarttır. Yöneticilerinin onlar lehine uygulamalarını destekleyip yönetimi kolaylaştırmaları arif olmalarına bağlıdır.
Halkının arif olmadığı elit ve entelektüel bir avuç yönetici doğal olarak monarşizme ve diktatörlüğe gidecektir.
Bu noktada tabiî ki tek başına ariflik yetmemekte birazda cesaret gerekmektedir. Anadolu halkı her zaman arifti, arifte olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Ancak o, gösterebileceği cesaretle etkili olacaktır.
Bu özelliğiyle o her türlü badireye katlanmış, sabretmiş dolayısıyla hem zaman hem de yaşam ve emeğini kaybetmiştir. Bu halkın en büyük eksikliği ‘kral çıplak’ diyen çocuğun gerçekliğinde bir nebzecik cesaret!