Ekonomik Vaatlerle Dolu Bir Seçime Girerken Tüketicilerin Hali Üzerine…
Seçime girecek ve halihazırda parlamentoda olan partilerin, 2015 seçimlerinde, ekonomik programlarını öne çıkarmaları beni umutlandırdı… Sonuç itibariyle “asker nasıl ki karnının üzerinde yürüyerek sefere çıkarsa” bizim “Osmanlarımız” da, haliyle “karnı ile düşünmek” zorundalar… Eh Allahın günü karnının gurultusunu dinleyen insanın da, gelecek için düşünmesi ve hayal kurmasını beklemek de mümkün değil… Ve sınır tanımaz “küresel sermaye” karşısında bu, bugünden yarına hiç de kolay değil… Ama niyet ve bir yerden başlamak da lazımdır…
Bu vesile ile 2011 martında aldığın notlardan bir kısmını, tüketimlerimizin borçlanma ile değil de hak ettiğimiz gelirden artırdığımız tasarruflarla yapacağımız günlerin gelmesi dileğiyle, yeniden paylaşmak istedim…
………..
Bu üç olayı birleştirdiğimde benim cenahımdan görünen manzarayı umumiye şöyle:
Yenidünya ekonomik düzeninde sermaye, bilgi ve teknoloji küreselleşmiş durumda. Yani milli devlet sınırlarını ve bu sınırlar içine kendini hapsetmiş korumacı (kapalı) ekonomileri istemiyor. Son 25-30 yılda teknolojinin gelişmesi ve otomasyonun teknolojiye uyarlanması “üretim arzını” daha kolay hale getirmiştir. Sınırsız üretim (arz) karşılığında bir talep bulmak (yaratmak) zorundalar… Bu noktada finans sektörü ile reel sektör bir biriyle eklemleniyor. Finans sektörü, öteden beri yatırıma (girişimciye) kaynak sağlama işlevinin yanında, son 10 yılda sınırsız ve sınır tanımaz üretimin tüketilmesini sağlayacak tüketicilere kaynak sağlama işlevini de üstlenmiştir.
Tüketiciler, sınırsız arz karşısında biraz şaşkınlıkla, biraz arsızlıkla, biraz israfça tüketmeye yönlendirilmişlerdir. Tüketim, tüketicinin bugün elde ettikleri kazançlardan ziyade, gelecekte elde edeceklerini umdukları kazançlarını “kefil” göstererek, finans sektörünün sağladığı kredi araçlarından (kredi kartı, tüketici kredileri, kredili mevduat hesabı vs.) faydalanarak arttırılmıştır.
Bu “tüketici kredileri” küçük çaplı olduğu için riski düşük ve fakat getirisi (faiz) büyüktü. (Bugün, bankalar için en iyi kredi kartı kullanıcı her ay kredi kartı harcama tutarını kapatmayan tüketicilerdir. Çünkü kapatılmayan kredi kartı borcuna uygulanan faiz en yüksek faizdir ve devlet, bu faiz oranına devlet sık sık müdahale etme ihtiyacı duymuştur.)
Dolayısıyla sınırsız ve (milli) sınır tanımaz üretim, sınırsız ve (milli) sınır tanımaz kredi araçlarıyla, sınırlı ve milli sınırlara kapatılmış tüketiciler tarafından tüketilmeye başlanmıştı.
Evet, sermaye, üretim, bilgi, teknoloji sınır tanımıyordu ve seyyaldi, ancak tüketiciler (kabaca, anlaşılır olsun diye emek diyelim) küresel değildi. Yani her isteyen tüketici, kazancını maksimize edebilmek için, istediği ülkeye gidip rahatlıkla emek arzında bulunamıyordu.
Lakin sistem 2010 yılından beri teklemeye başlamıştı aslında.. ABD tekelinde olan ve dünya tedavül parası haline gelen dolar emisyonu sayesinde, bu teklemeyi, dünya ekonomilerine yayarak, enerji kaynaklarının kontrolünü (dolayısıyla fiyatını) eline geçirmeye çalışarak, en azından bir 50 yıl süper güç durumunu korumaya çalışıyor. AB, II.Dünya savaşı sonrası ABD’ye kaptırdığı üstünlüğünü birleşik Avrupa projesi ile aşmaya ve ABD karşısında daha özerk ve özgün olmayı ve enerji bölgelerine girmeyi hedefliyor. Nüfusu, enerji kaynakları ve hinterlantları ile kendi kendine yeten bir güç olarak ABD ve AB ve etki alanlarını da korumaya çalışıyor. Dünya ekonomisinin yükselen Asya ve G.Amerika ekonomileri bu iki güç arasında denge ve dünya ekonomisinde kendine yer edinmeye uğraşıyor.
Ve küresel güçler (sermaye) bu milli hükümetlerin güç gösterileri arasında dünyayı dolaştıkça güçleniyor, güçlendikçe milli devletlerin hükümetlerini kontrol altına alıyor. Milli hükümetleri kontrol ettikçe, öteden beri destek verdiği diktatörler dahil olmak üzere, kendi küresel hukukunu dayatıyordu. Küresel hukuk yukarıda değindiğimiz gibi, sermayenin sınır tanımazlığıydı, emeğin ise yerinde tutulması!
Emeğin sınırlar içinde tutulması bana, orta çağdaki toprağa dayalı üretim tarzında, toprak yanında en büyük üretim aracı olan köylülerin (emeğinin), toprakla birlikte el değiştirmesi durumu geliyor. Bu Avrupa ortaçağ feodalitesinde daha bir kurumsaldı.
Dönersek, ekonomik krizler artık arz eksikliğinden değil, talep eksikliğinden kaynaklanmaya başlıyordu. Talep, klasik anlamdaki ihtiyaç-tüketim olmaktan ziyade artık israf-tüketim boyutluydu. Üstelik milli sınırlara hapsedilen emek, üretimden daha adil pay alabilmek için yerel ve dünya çapında örgütlenme yeteneğini kaybetmişti.
Çünkü istediği her şeye, yukarıda değindiğimiz üzere borçlanma kolaylıklarıyla, ulaşabiliyordu (!). Bu göreceli aldanış gelir dağılımının adil dağıtılması taleplerinin de artık göz ardı edilmesine neden oluyordu. Çünkü bunun için mücadele vermek “borçlanmaktan” daha riskliydi (Gaz, cop, tazyikli su vs. vaziyetleri)…
Ve küresel sermaye, emeğin (tüketici) önüne, yaratılan katma değerden adil pay verme yerine, borçlanmayı seçenek olarak koyuyordu ( bar yosması gibi bir durum herhalde..). Emek (tüketici), tüketimini, milli gelirin adil dağılımdan elde ettiği tasarrufla değil de, geleceğini ipotek verdiği borçlanma ile finanse ediyordu. Ve bu arada ücretine haciz gelen bizim işçi Osman gibi bazı devletlerde (Yunanistan) haczedilebiliyor, sistem dışına itilebiliyordu.
Yeter ki sistem zarar görmeden sürdürebilir olsun!.. Sistem böyle işliyordu. Biz tüketicilere düşen ise tüketmeye devam etmekti. Allah muhafaza, tüketmezsek sistem çöker, altında yine biz kalırdık. Arada bir birkaç Osmanları feda ederek tüketmeye devam.. Ölümden ötesi yok ya! 01.03.2011