Ekmek Mideye İneli
21. yüzyıl ekmeğin aslanın ağzından midesine ulaştığı zaman dilimi… Hayatın jet hızı telaşesiyle akıp geçtiği süreçte, insanlar da Avrasya maratonundaymışçasına hep bir yerlerden bir yerlere, (kimi zaman bilinçsizce bu telaşın esiri halinde, kimi zaman da ideolojileri uğruna) koşuşturuyorlar. Herkesin bir işi var, birçoğu zorundalıklarla oluşturulmuş iş koşulları... Mesleğinden sektöre girdiği anda soğuyan gençler… Arada sevdiği işi- sevdiği iş koşullarında yapma şansını yakalayanlar, ekmeğini kaptırmamak için mücadele eden azınlık… Ve her geçen gün katlanarak çoğalan bir işsizler ordusu…
Bundan otuz sene öncesine bakıyorum da…
Yollardan insanlar seçilirmiş, ünlü olma potansiyeline sahip. Şans kapıyı çalarmış kimi zaman, davetsiz misafir edasıyla. Ekmek, o zamanlar aslanın ağzındaymış, yani ekmeği kapmak şimdilerden daha kolaymış. Hele bir de ekmeği kaptın mıydı, çalmaya teşebbüs eden pek olmazmış. Güzel denilecek vasıflara sahip kişiler de azmış. Çünkü estetik kavramı yaygın değilmiş, herkes doğalmış. O nedenle doğal güzeller, seçmece karpuz gibi anında fark edilirmiş. Bu durum eğitim için de geçerliymiş. Okullarını başarıyla bitiren ve üniversite mezunu olan kişiler parmakla gösterilecek kadar az olduğundan, okullu olan bilinçli birey hemen ayırt edilirmiş.
O dönemlerde anne babalar şimdilerdeki gibi sıkıcı-boğucu-aşırı hırslı da değilmiş. Ses sanatçısı olmaya küçük yaşta karar vermek yerine, genellikle kişi kendi bilinciyle büyüyünce kararlar alırmış. Daha üç yaşlarında olup da enstrüman eline tutuşturulan çocuk neredeyse yokmuş, tabii günümüzdeki gibi yarışmalar da… 70’lerde avukat oldun muydu ‘Vay be sen neymişsin de haberimiz yokmuş!’ derlermiş adama. Koskoca ‘Doktor’ olurmuşsun, ya da ‘Mühendis bizim oğlumuz’ diye havalar atılırmış komşulara. O yıllarda ‘Kaldırım Mühendisi’ tabiri de yokmuş. Mühendis olmak öyle her baba yiğidin harcı değilmiş zira!... Öğretmenlik, kutsal meslek olup her çocuğun küçüklük hayaliymiş. Mezun olduğunda işin hazırmış. Küçük denizde, büyük balıkmışsın adeta! Eğitimsizliğin içerisinde açmış gonca misali...
Zamanla bu goncalar çoğaldı… Bir gün bir bakıldı ki, ekmek aslanın ağzından kapılır hale geldi, herkes güzel, herkes eğitimli, herkes “en” olmaya başlayınca… Avrasya maratonuna katılım arttı. Farkı herkes keşfedince de, farklılığın değeri zamanla yitirildi. İnsanlar yarışır oldu, şirketler yarışır oldu, okullar yarışır oldu, kısaca Hayat = Yarış oldu.
Şimdilerde bir yarışma furyasıdır alıp başını gidiyor... Para kazanmanın yahut ünlü olmanın yeni yolu yarışmalar!... Canı sıkılan işsiz, bir kanalın önünde dikiliyor hatta nöbet tutuyor… Yeni bir yarışma başlatıldığı anda da kara kaşına, gözüne, ayağındaki yırtık pabuca, ağarlaşmış saçlarına bakılmaksızın, aranan zat oluyor, kanalın içinde buluyor kendisini… Ve beş dakika sonra “çalsın sazlar, oynasın kızlar” işte kamera önü!... On dakika sonra ise; kapıdan yüksek ihtimal meteliksiz çıkan ve hayalleri suya düşen yurdum insanı… Pes etmez, nasılsa boşta geziyordur, bir sonraki yarışmada alır hemencik soluğu… Ama o da ne?! İşte o artık bir ünlüdür!... Yıllar yılı kendisinin de keşfedemediği o muhteşem yeteneği su yüzüne çıkmıştır. Aman Allah’ım o artık bir ekran gülüdür pardon yarışma gülü!... İnsanlar ona bayılmıştır, ekranlar kısa soluklu da olsa yeni maskotunu bulmuştur. Yapımcılar bir süre üstünden para kazanmanın hazzına varır, canları sıkıldığında da yeni bir sefil arayışına girişirler… Olan da kenara paçavra gibi atılan ve ünlü olduğuna inandırılan ünsüze olur!
Ve bizim çaresiz işsiz, soluğu yine bir kanalın kapısında alır… Gelecek maçlara bakmak ümidiyle…