Ne yazık ki ‘fakirlik’ denilince sadece “ekonomik fakirlik” anlaşılıyor. Oysa fakirliğin bu sütuna sığdırılamayacak kadar çok türü var. Ekonomik fakirlikte dâhil olmak üzere fakirlik türlerinin tümünün nedeni: “Düşünce fakirliği!”
Şayet bir memlekette ekonomik fakirlikten söz ediliyorsa, orada düşünmek suç, düşünenler mahkûm ve hindi muamelesi görüyordur. Düşünce fakirliği aşılmadan, ne “tahammül fakirliği”, ne ekonomik fakirlik ne de diğer fakirlikler aşılabilir.
Kimileri aksini iddia edebilirler ancak gıdası bozulmuş bir toplum, yeni düşünürler çıkaramaz. Çünkü helâl ve temiz gıdadan sağlıklı bir beden, sağlıklı bir bedenden ise sağlık bir ruh, sağlıklı ruhtan da sağlam düşünce medyana gelir.
Vefatının üzerinden 9 asır geçmiş ama, hâlâ Gazali’yi anlamaya çalışıyoruz. 7 asır önce yaşamış İbn-i Haldun’u hâlâ aşamıyoruz. Ve daha niceleri…
Gazali’yi, İbn-i Haldun’u, İbn-i Heysem’i ve diğerlerini yetiştiren medeniyete ne oldu da bugün bunları yetiştirmek bir yana, okumakta ve anlamakta zorlanıyor?
Bugün, tersine bir akıntı olsa da, üç beş asır öncesine kadar kelimeler tersine bir akın izlerdi. Mesela ‘el-kimya’ ‘alchemy (simya)’ ve ‘cebir algebra’ olarak geçer batıya.
Bize “düşünce merkezleri” olarak çevrilen “think tank” kuruluşlarının batıdaki tarihi, 20. yüzyıldan öteye gitmez. Oysa Mekke’de İslam öncesi kurulan “Dâr’ün Nedve”nin her ne kadar İslam sonrasında, -batının soğuk savaş sonrasında tek düşman olarak İslam’ı gördüğü gibi- Hz Peygamber’e karşı politika geliştirmeye mâtuf bir oluşuma dönüşmüşse de, öncesinde Kureyş kabilesinin geleceği için düşünce ve planların üretildiği bir merkez olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Buna mukabil Müslümanlar ise ilk ‘düşünce akademisi’ olarak “Dârü-l Erkam”ı kurarlar. İslam düşünce mimarları bu enstitüde yetiştiler. Ardından farklı coğrafyalara dağılarak, gittikleri bölgelerin insan ve beldelerini îmar ettiler.
HP’nin eski Başkanı olan Fiorina, 26 Eylül 2001’de yaptığı bir konuşmada, İslam düşünce mimarlarının elinde yeni bir şekil alan dünyayı, şu şekilde özetler: “Bir zamanlar, dünyanın en büyüğü olan bir medeniyet vardı. Ve bu medeniyet, gücünü her şeyden ziyade buluşlardan almaktaydı. Mimarları, yer çekimine meydan okuyan yapılar tasarlıyorlardı. Matematikçileri, bilgisayarın keşfine ve kriptolojinin gelişmesine zemin hazırlayan cebiri ve algoritmaları bulmuşlardı. Hekimleri, insan vücudunu inceliyor, yeni tedavi yöntemleri keşfediyorlardı. Astronomları, gökyüzünü gözlemliyor, yıldızlara ad verip, uzay yolculuğunun ve keşfinin temelini atıyordu. Yazarları binlerce öykü kaleme almışlardı; cesaret, romantizm ve büyüyle dolu öyküler… Onlardan önce yaşamış olanlar, böyle şeyler düşünmeye bile cesaret edemeyecek kadar korku ile yoğrulmuşken… Diğer uluslar fikirlerden korkarken, bu medeniyet, yeni fikirler geliştiriyor ve onları canlı tutuyordu.
Baskı ve sansürler, geçmiş medeniyetlerden miras alınan bilgiyi yok olmanın eşiğine getirirken, bu medeniyet, bilgiyi diri tutuyor ve sonraki nesillere aktarıyordu. Her ne kadar biz ona ne kadar çok şey borçlu olduğumuzun farkında olmasak da, bu medeniyetin bize kazandırdığı şeyler, mirasımızın çok önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Arap matematikçilerin katkıları olmasaydı, bugün teknoloji endüstrisi diye bir şey olmazdı.”
Bu hakikatleri üst düzey bir batılının ağzından aktarmak çaresizliğine düşmemiz, elbette batılıların değil, bizim acziyetimiz.
* * *
Günümüz düşünce kuruluşlarının etkisi, özellikle soğuk savaş sonrası dönemde büyük oranda artar ve önemli bir aktör konumuna gelir. Neredeyse üçte biri ABD'de faaliyet gösteren bu kuruluşlar, sadece ABD iç ve dış politikasını şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda dünyayı yönlendirme ve şekillendirmeye çalışıyor.
Çoğu kez “düşünce fabrikaları” olarak da adlandırılan bu alan, batı ve özellikle de Amerika’da bir endüstriye dönüşmüş ve tabiri caizse düşünce endüstrisini doğurmuş. Bunlar özellikle batıda; iç ve dış politikadan savaşlara, modadan medyaya, eğitimden tarıma, sanattan inançlara, magazinden kültürlere, yerel değerlerin tahribinden tek tip insan inşasına, sağlıktan insan haklarına kadar her alana yönelik çalışırlar. Ve her alandaki aktörlerine malzeme sağlarlar.
Bu atölyeler ilk olarak 20. asrın başında, Russell Sage Foundation (1907), Russell Foundation (1910), Carnegie Endowment (1911), Twentieth Century Fund (1911) ve Hoover Institution (1916)’nin kurulmasıyla işe koyulurlar.
Bugünse sadece ABD’de -adı sanı bilinmeyen küçük ölçekliler sayılmazsa- 2000 dolayında büyük ölçekli ‘think tank/düşünce kuruluşu’ var. Buna mukabil -1250 kadarı AB ülkelerinde olmak üzere- ABD dışında toplam 3650 dolayında düşünce kuruluşu var. Bunlardan sadece 250 kadarı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 dolayında İslam ülkesinde yer alıyor.
Wikipedia’ya göre ise “
Türkiye'deki düşünce kuruluşu sayısı” 30’u bile bulmuyor. Buradaki en ilginç ayrıntı -
yeterliliği bir yana- 1969’da merhum
Erbakan Hoca tarafından kurulan ESAM’in Türkiye’nin en eski düşünce kuruluşu olması. Çoğunun ise son yıllarda kurulmuş olması başka bir detay.
Hiç kuşku yok ki, dünyanın en etkin devleti ABD. Bu üstünlük, elbette sadece ekonomik açıdan değil. Teknoloji, siyaset ve bilim faaliyetlerinin yanı sıra, şeytanî düşünce ve planlar açısından da bir zirve. Bütün bunları, akıllıca inşa ettiği düşünce fabrikalarına, bir başka deyişle düşünce endüstrisine borçlu.
Sanırız hiçbir iktidar ‘bu bizden, bu değil’ şeklinde bir ayırıma gitmeksizin; Amerika’yı büyük devlet yapmak ve büyüklüğünü korumak için düşünce geliştiren, politika üreten fikirhâneleri düşman bellemez. Dinler, yönlendirir, destekler…
Bunu sadece devletler mi yapar? Elbette hayır. Devletin yanı sıra iş dünyası, politik oluşumlar, dinî gruplar vs her yapı destekler. Buralar sadece kendileri gibi düşünenlerle değil, zıt/aykırı görüşlüler de doludur. Amaç düşünce üretmekse, sadece aynı düşünenler ne kadar sinerji üretebilirler?
Bizde bu tür müesseselerde yer almanız için, batıda eğitim görmüş olmanız ve İngilizce bilmeniz şartı aranır. Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketlerini bile, batılı kaynaklardan okuyarak anlamaya, analiz etmeye ve yorumlamaya kalkarlar. Siyasi partilerimiz batıda okumuşlara daha fazla değer verirler. Kişisel bilgi ve beceriden ziyâde, titrler öncelenir.
Mesela bu ülkede bir resmi makama Genel Müdür olmanız için, öncelikle beceri ve yeteneğinize değil, diplomanıza bakılır. Mesela, serveti nedeniyle önünde eğilinen merhum Sabancı, bu ülkede sıradan bir kurumda bile daire başkanlığı yapamaz. Sebep: Üniversite mezunu değildir. Öte yandan dünyanın en başarılısı da olsa, ideolojik bağnazlık ve fanatizmi yüzünden, bir başörtülü veya sakallı birini bir makama atayamazlar. Hatta milletvekili olup olamayacağı bile hâlâ tartışma konusudur.
Mesele elbette diploma veya yönetim meselesi değil. Mesele, düşünsel anlamdaki açmazlarımız meselesi. Bu hastalık, devlet yönetiminde olduğu kadar siyasette, medyada, iş dünyasında ve cemaatlerde de sıklıkla yahut da sürekli yaşanır.
Ne yazık ki bu ülkede bir düşünce adamı evininin kirasını düşünmekten bitap düşerken, tek bildikleri ünlü kebapçıların adresi olanlar, servetlerinin hesabını bilmezler. Çünkü bu ülkede yüzyıldır düşünmek suç sayıla gelmiş... Düşüncelere pranga vurulmuş... Hapishaneler düşünce insanlarına mesken yapılmış…
Düşünce ve düşünmek “hindilik” olarak empoze edilmiş… Düşünceyi zenginleştiren kitaplar evlerde yer bulamamış... Heykellere verilen değer, kütüphanelere verilmemiş… Tabiatı ve insanı alabildiğine kirleten beton fabrikalara yatırım yapanlara, güzide tarım arazileri adeta peşkeş çekilmiş, düşünce fabrikası kurmaya kalkanın yüzüne bile bakılmamış... Düşünce fabrikası kurma iddiasıyla çıkacak biri için, devletin ve toplumun reva göreceği en masum katkı; deli gömleği giydirmek olagelmiş... Düşünen adamlarsa, taşlanmadıklarına razı olmuşlar…
Oysa tüketim endüstrisine hizmet için kurduğunuz bir fabrikanın işleyişi, -kötü de olsa- bir düşünce ürünü. Siz düşünüp sahiplenmediğiniz için, atalarınızın yüzyıllarca inşa ettiği mirası başkaları kendi malı gibi sahiplenmiş, kendi kültürü ve inancı ile harmanlayıp ticarileştirmiş… Bize fabrika, teknoloji, medya, ürün gibi, şu veya bu şekilde pazarlamış…
Bir ürün hangi ellerde planlanmış, hangi ellerde yoğrulmuş ve hangi tasarımcının elinden çıkmışsa; o kültür, inanç ve düşünce tarzını yansıtmış; o ürüne tapan kullanıcısını da bu şekilde biçimlendirmiş…
İnsanı kendinden bir cüz olarak yaratan Allah c.c., ona düşüncesini şekillendirecek bir klavuz gönderse de, insanlar ve özelde Müslümanlar, düşünmekten vazgeçtikleri günden buyana, batı medeniyetinin evirip çevirdiği varlıklar halini almışlar.
Allah c.c. kitabında; insanları sadece iman etmeye davet etmez, aynı zamanda sıklıkla akletmeye, tefekküre, düşünmeye çağırır. Müslümanlar ne zaman bu çağrıya kulak vermişlerse gelişme göstermişler, ne zamanda bundan uzaklaşmışlarsa diğer toplulukların maskarası olmuşlar.
* * *
Ve artık özellikle günümüz siyasi iktidarının, dünyanın 16. büyük ekonomisi olmak ve daha da büyüme yöneliminden kurtularak, düşünce endüstrisine/fabrikalarına, eski tabirle müesseselerine yatırım yapmasının zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Yoksa yükselen değer olan Türkiye’yi bekleyen akıbet, pekte iç açıcı değil.
Bugün başta ABD olmak üzere, tüm dünya politikasına yön vermeye kalkışan “Council on Foreing Relations/Dış İlişkiler Konseyi (CFR)”nin resmi bütçesi 40 milyon dolar olduğu belirtilse de, gerçekte milyar dolarları bulduğu iddia edilir. Diğer yandan askeri strateji, ekonomi, politik alanda faaliyet gösteren ünlü “Rand Corporation”’ın 2008 yılı bütçesi 251 milyon dolar. Yine Amerika’nın Ortadoğu politikalarını geliştiren “Brookings Institution”’nin bütçesi ise 60 milyon dolardan fazla.
Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının fakirliğine temas etmeye gerek yok sanırım. Aslında bu fakirlik, sadece bütçesel fakirlik değil; insan kaynağı, mantık, dil, mekan, öngörü, motivasyon, bölgesine ve halkının değerlerine karşı bakış gibi çoğaltmak mümkün.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yanı sıra, Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanlarından İbrahim Kalın’ın da, düşünce kuruluşlarına yönelik birikimi büyük bir şans. Dönemlerinde bu alandaki yönelimin arttığı da bir gerçek, ama kendilerinden beklenen daha fazlası. Hatta çok ama çok daha fazlası…
“Beton sanayii”ne yapılan yatırımın çok daha fazlasının “düşünce sanayii”ne yapılması için, İbrahim Kalın ve bu ekolden gelenlerin, Sayın Başbakan’ın ve dolayısıyla siyaset üzerindeki etkilerinin, ekonomi danışmanlarından daha fazla olmasına bağlı.
Toplum olarak, tahammül fakirliğimizi de bir an evvel yenmenin yollarını aramak gerekiyor Çünkü eleştiri düşünceye olduğu kadar, yanlış olduğu düşünülen icraata da yapılır.
Elbette bu sorun yalnızca siyasi irade için geçerli değil. Diyanet’ten cemaatlere, üniversitelerden medyaya dek, her alan için de geçerli. Düşünce endüstrisi olmayan bir memleketin kitapları birbirini tekrar eder, cemaatlerinin dergileri çıkmış olmak için çıkar, gazetelerinin yazarları düşünce ve bilgi içermeyen, suya sabuna dokunmayan, eleştiriri adına hakaret eden boş ve anlamsız yazılarla kâğıt, mürekkep ve zaman israfı yaparlar.
İnsanlığın başına gelenler ve özellikle de Müslüman ve Afrika coğrafyalarında yaşananlar, ekonomik fakirlik yüzünden değil, düşünce fakirliğinden meydana gelen, yani düşünce fetretimizin sonucu. Farklı coğrafyalarda inşaatlar yapan Türkiyeliler, denizin altına yapılacak geçit için Japonlardan yardım almaya mecbur kalırlar. G8’e alternatif kurarlar ama hiçbiri çıkıp bu ‘Güvenlik Konseyi niye var veya burada neden veto hakkına sahip Müslüman bir ülke yok?’ sorusunu sormazlar. Günümüz işgalleri sadece topraklarda değil, daha tehlikelisi olan zihinlerde yapılıyor.
Umarım reçete sormazsınız. Şayet soruyorsanız, cevabı sorunuzda gizli.