Dünyanın Tek Sorunu
Sosyal yaşantımız içerisinde her zaman, her konuda ve her ortamda bir şeyleri tartışıp durmaktayız. Hayatta o kadar çok sorun var ki doğal olarak sorunlara yönelik tartışmalarımız da tartışma grupları içerisinde en büyük oranı oluşturmaktadır. Bir kısım tartışmalarımız yayılarak medyaya, köşe yazılarına, TV-Radyo programlarına kadar uzanmakta.
Sorunlara yönelik tartışmaların had safhaya ulaşan yoğunluğuna rağmen, dikkatle incelenirse çoğu tartışmada sorunun köküne ulaşılamamakta, sadece kıyısından, köşesinden geçilebilmektedir. Böyle olunca da sorunların köklü çözümüne yönelik bir düşünce ya da icraat da ortaya konamamaktadır.
Konu ne olursa olsun, sorunlara yönelik tüm tartışmalarımızda eğer sorunun köküne inebilmiş olsaydık, aslında tüm dünyada yalnız ve yalnız bir tek sorun olduğunu, tüm sorunların ortaya çıkmasına da sadece bu sorunun sebep olduğunu çok açık ve net bir şekilde görebilirdik. Bütün sorunların anası olan dünyanın bu tek sorununun ne olduğuna geçmeden önce kıssadan hisse maksatlı olarak anlatılan şu hikâyeye kulak verelim:
Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. Ama bu ülkede hukuk ve hâkimler de varmış.
Törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Uzun uzun da yankılanırmış.
Eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
Ya kral? O öldüğünde, çan dört defa çalınırmış.
Gel zaman git zaman... Şehirde bir olay olmuş, iş mahkemeye intikal etmiş...
Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmekteymiş.
Bir formalite olarak görülmesi gereken ve beraat kararı beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış ve sanık para cezasına mahkûm olmuş...
Hâkim dava sonunda sanığa bir diyeceği olup olmadığını sormuş. Sanık ise olumsuz yanıt vermiş.
Mahkeme bitmiş, dinleyiciler dağılmış. Ancak, hepsinin kafasında derin bir kaygı oluşmuş.
Kısa bir süre sonra çanın sesi duyulmuş. Herkes birbirine bakmış; acaba kim öldü diye düşünmüşler.
Çan bir kez daha çalmış. Bu durumda eşraftan kimin öldüğünü soruşturmaya başlamışlar.
Tüm kent çan sesi ile bir kez daha sarsılmış. Herkes büyük bir devlet adamının öldüğünü sanmış. Acaba kim diye tahmin yürütürlerken çan bir kez daha çalarak yeri, göğü inletmiş.
Kent halkı inlemiş: "Eyvah!.. Kralımız öldü!.."
Ancak, hiç alışıldık olmayan bir şekilde çan beşinci ve son kez çalmış. Bir müddet sonra mutlak bir sessizlik kent meydanına egemen olmuş. Herkes bu beşinci çanın ne anlama geldiğini öğrenmek için çan kulesine koşmuş.
Bir de bakmışlar ki çanı, haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktaymış. Kendisine heyecanla bu beşinci çanın ne anlama geldiğini sormuşlar.
"Acaba kraldan daha önemli biri mi öldü?" demişler.
Yanıt şaşırtıcı olduğu kadar derin bir anlam da içermekteymiş:
"Evet! Adalet öldü!.."
Hikâyede de vurgulandığı gibi adaletin ölmesi, gerek bir ülke, gerekse tüm dünya için devlet adamından da, devlet başkanından da, her şeyden de çok daha önemli bir sorundur. Tüm dünya için bütün sorunların anası olan tek sorundur adaletin ortadan kalkması.
Dikkatlice düşünülürse açıkça anlaşılır ki adaletin varlığı her türlü sorunu ortadan kaldırırken, adaletin yokluğu da her türlü sorunun ortaya çıkmasına sebep olur. Bunun içindir ki tüm ilahi kanunlarda her şeyden daha önce adalet emredilmiştir. Bunun içindir ki adalet mülkün, devletin, hâkimiyetin, saltanatın temeli olmuştur. Bunun içindir ki oluşan her devlet, toplum, camia, millet ve benzerleri, adaletle görevlendirilen kişi ve kuruluşlarının tamamen bağımsız kılınması fikri ve gayreti içerisinde olmuşlardır. Bunun içindir ki kul hakkını yaradan dahi affetmemektedir. Bunun içindir ki mahkeme-i kübrada en önemli konu adalet olacaktır. Hangi tip sorun olursa olsun, çözümünün adaletten geçecek olması, şüphe duyulamayacak çok açık bir gerçektir.
Bu aşamada adalet ile eşitlik arasındaki farkı da kısaca anımsamakta fayda vardır. Kişi bazında düşünülürse, eşitlik herkes için aynı şartların ortaya konulması iken, adalet ise kişinin hak ettiği şartlara maruz bırakılmasıdır. Basitçe bir örnek verilecek olursa kadın ve erkeğe aynı fiziksel gücü gerektirecek işlerin yaptırılması eşitliktir ancak adalet değildir. Kadına ve erkeğe kendi fiziksel güçleriyle orantılı işlerin yaptırılması ise adalettir ancak eşitlik değildir. Başka bir örnek verecek olursak bir kavgada güçsüzün yanında bulunmak eşitliği sağlamaya çalışmak olabilir; ancak adalet güçsüzün yanında güçlünün karşısında olmak değil, haklının yanında haksızın karşısında olmaktır.
Sağlanmaya çalışılan daima adalet olmalı, eşitliğin sağlanıp sağlanmadığı dikkate alınmamalıdır. Çünkü çoğu zaman eşitliğin sağlanması, adaletin zedelenmesine sebep olmaktadır.
Dünyadaki tüm sorunların çözümünün sihirli formülü olan adaletin sağlanması, çoğumuzun yaptığı gibi karşımızdaki insanı düzeltmeye çalışarak gerçekleştirilemeyecektir. Sihirli formülün gerçekleşebilmesi, aynaya bakarak kendimizi düzeltebilmemizle mümkün olabilir. Adaletin tecelli etmesi adına, herkesin kendine düşeni yapabilme gayreti içerisinde olabilmesi dileklerimizle…
adalet güçsüzün yanında güçlünün karşısında olmak değil, haklının yanında haksızın karşısında olmaktır.
Tebrik ederim...çok güzel bir yazıydı.
Şubat 13th, 2011 at 20:02Teşekkür ederim.
Şubat 15th, 2011 at 09:44