DR. Ârif Akşehirlioğlu’nun Ardından
Benim de tanımış olmaktan gurur duyduğum hem hemşehrim hem meslektaşım hem baba dostu Dr. Arif Akşehirlioğlu’ nun 92 yaşında vefatının ardından eski Erciyes Ünivers,tesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Şahin’ in kaleme aldığı yazıyı sizlere aktarmak istiyorum.Gençlerin ölümü bir başka, yaşlıların ölümü bir başka acı veriyor. Ben hep, birinde geleceğimizi, diğerinde geçmişimizi kaybetmiş, zamanda yolculuğumuz ve devamlılığımız sekteye uğramış gibi hissederim. Sayın Ârif Akşehirlioğlu’nun vefatını duyduğum zaman bir canlı tarihi kaybetmişlik duygusuyla sarsıldım.
O ne güzel bir insandı, toprağına, Anadolu insanının özüne bağlı, tarih ve kültür varlığımızın derinlerine kök salmış bir ulu çınar gibiydi. O, Cumhuriyet döneminin idealizmiyle ve memleket sevgisiyle dolu, tüm düşkünlere karşılıksız yardım eden bir doktor, makamının önüne koyduğu nice fırsatları asla şahsî çıkarı için kullanmayan bir yönetici ve gittikçe daha çok muhtaç olduğumuz asil bir insan idi.
1917 yılında doğdu, iki padişah ve on bir cumhurbaşkanı dönemi yaşadıktan sonra 06 Şubat 2009 günü, yaklaşık 92 yaşında vefat etti.
Kendisini, her yaz geldiği, Kıranardı’ndaki yarı harap bağ evinde, amcasının oğlu Sayın Osman Akşehirlioğlu vasıtasıyla tanımıştım. Yıllardır İstanbul’da yaşıyor olmasına rağmen, Kayseri’ye ve Kıranardı’na hasreti tükenmemişti. Havalar ısınınca, ileri yaşına ve hastalığına rağmen duramıyor, her yaz, hiç olmazsa birkaç haftalığına Kıranardı’na geliyordu. Belli ki orada, gençliğinin, göçüp gitmiş atalarının, arkadaşlarının, dostlarının hatıralarını yaşıyor, bir ömrün muhasebesini yapıyor, Erciyes Dağının geven ve keklik kokularından, bu dünyada bir yıl daha tutunmaya yetecek kadar hayat iksiri depolayıp, nerdeyse kimselere görünmeden, geldiği gibi sessizce gidiyordu. Zaten, hayat öylesine değişmişti ki, ne kendisini tanıyan ve ne de kendisinin tanıdığı, neredeyse kimsecikler kalmamış, ihtiras yoğunlaşmaları da vefa ve kadirşinaslık duygularını buharlaştırmıştı. Belki de Kıranardı’nda, Bayburtlu Zihni güftesinde, Nevres Paşa dîvan bestesinin duygusallığını yaşıyordu:
Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş,
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı,
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş,
Sâkîler meclisten çekmiş ayağı.
O’nunla bahçesindeki çayırlıkta, etrafa rast gele serpilmiş, “dili olsa” diyeceğiniz tarihî taşların arasında, kalın gövdeli, ulu çam ağacının altında defalarca sohbet ettik. “Bu ağaç kaç yaşında?” diye sordum. İnsanın içini ısıtan, gevrek ve her an bir muziplik, bir nükte yapacağı intibaı veren gülüşüyle, “onu ben diktim, daha genç sayılır, henüz 60 yaşında” dedi. “Ama bu, Kayseri’deki en eski çam ağacıdır. Biliyor musun, eskiden, Kayseri’de iklim müsait değil, çam ağacı yetişmez, diye bir kanaat vardı. 1940’lı yılların başında, ben Kayseri Belediyesi’nde çalışırken, bu kanaati değiştirmek için birkaç kamyon çam ağacı getirip Cumhuriyet Meydanı’nda halka bedava dağıtmayı düşündük. Kurur, emeğimiz boşa gider diye kimsecikler almak istemedi. Birkaç tanıdığa âdeta zorla verdik. Geri kalanını da Vilâyet binasının önüne, Mimarsinan’ın yaptığı Kurşunlu Cami’nin etrafına ve şehrin çeşitli yerlerine diktik. Birkaç tanesini de ben Kıranardı’na getirip buraya diktim. İşte bu çam ağacı onlardan biridir…”
Yine O anlatıyor: “1936 yılında, leylî meccanî (ücretsiz ve yatılı) olarak tıp fakültesine girdim. 15–20 öğrenciyiz. Hepimize lacivert elbise, siyah ayakkabı, beyaz gömlek ve kravat verdiler. Atatürk’ün de doktoru olan Kayserili Âkil Muhtar Bey geldi ve bizi sıraya dizdi. Hepimiz pırıl pırıl donanmışız. Teker teker adımızı ve nereli olduğumuzu sordu. Kayserili, Yozgatlı, Erzurumlu, Diyarbakırlı, Konyalı vs. Hepsi saf, temiz, mahcup Anadolu çocukları. Doktor Âkil Muhtar’ın gözleri yaşardı ve Yarabbî çok şükür bu günleri bize gösterdin, dedi…”
Yakın dönem tarihimizin bütün acılarını ve Cumhuriyetle birlikte yeniden doğuşun bütün ümitlerini ve heyecanlarını yaşamıştı. İlâveten, bir doktor olarak, fukaralığın, veremin ve sıtmanın toplumu nasıl çaresiz bıraktığını ve ne büyük acılara yol açtığını görmüştü. Kardeşlerini vereme kurban vermiş, kendisi de kıl payı kurtulmuş ve bu nedenle tıbbiyedeki öğrencilik hayatı uzamıştı.
Dr. Ârif Akşehirlioğlu, 1938’de Atatürk’ün ölümüyle ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle yaşanan dönüşümlerin, 1960 ve 1980 ihtilallerinin canlı şahidiydi. O dönemlerde yaşadıkları ve benim kendisinden dinlediklerim kitaplar doldurur. Bunların bir kısmını banta kaydetmiş olmaktan dolayı bahtiyarım. Yaşadığı en acı olayları bile nüktelerle, kahkahalarla süsler, masalımsı bir hayat oyun gibi anlatırdı. İyimserliğini ve yaşama sevincini hiç kaybetmediğini hissederdiniz. İleri yaşına rağmen, zekâsının pırıltısına ve hafızasının gücüne hayran kalırdınız.
Kayseri’de, doktor sayısının son derece yetersiz, hastalıkların yaygın ve çok ölümcül olduğu kırklı ve ellili yıllarda bir tek hastayı dahî ücretle muayene ettiğini duymadım. Asri mezarlık dâhil, şehrin modernleşmesi ve halk sağlığı konularında çok değerli katkılarda bulunduktan sonra, 1960 ihtilâlinin hoyrat atmosferinde, biraz da kalbi kırılmış olarak, Kayseri’den ayrılıp İstanbul’a gelmiş, 1962 yılında Belediye Başkan Yardımcılığı ve Sağlık Müdürlüğü görevlerini üstlenmiştir. Burada da, göçün ve hızlı şehirleşmenin, rant ve çıkar fırsatlarına ve kavgalarına bulaşmadan, sadece yarattığı sorunlara çözümler getirmek için yıllarca ve sessizce uğraşmıştır.
1973 yılında eşini kaybetmiş ve bir daha evlenmeyerek geri kalan ömrünü çocuklarının yetişmesine hasretmiştir. 1985 yılında emekli olduktan sonra, çok iyi yetiştirme imkânı bulduğu iki oğlu ile gelinlerinin ihtimamı ve torunlarının sevgi halesi içinde mutlu ve asude bir hayat yaşamıştır. Sağlığı, son birkaç yıldır, çok sevdiği Kayseri’ye ve Kıranardı’ndaki bağ evine gelmesine izin vermemiş ve belki de, bu hasretle, bu dünyadan göçüp gitmiştir. Onun gidişiyle birlikte yakın tarihimizin çok değerli bir parçası kopmuştur. Kendisine Tanrı’dan rahmet dilerim. Nur içinde yatsın.
Yakınlarının ve tanıyanların, ondan dinlediklerini, bir an önce yazıya dökerek gelecek nesillere aktarmaları (ki basılması şart değil, bir defterde veya bir dosyada kalması bile yeter), onun bıraktığı boşluğu kısmen telâfi edecek, zamanın kopan ipliğine bir düğüm atacak ve onun aziz hatırasına karşı en büyük saygı olacaktır. Yâni, Şair Kâmi gibi, “Güle gûş ettiremez nâfile bülbül inler / Varak-ı mihr-i vefâyı kim okur kim dinler” demeyelim...