Dokuz Eylül Anısına Üç Kılıç!
Sakarya Savaşı'ndan sonra Buhara Hanlığı Ankara`ya üç kılıç ve üç Kuran-ı Kerim yollamıştı.
Kılıçlar, zaferleri, Kuran-ı Kerimler ise bu zaferlere olan inançları simgeliyordu. Buhara Hanlığı, kılıçlardan birini İnönü kahramanı İsmet Paşa`ya, diğerini Başkomutan Mustafa Kemal`e, üçüncüsünü ordu ve halk içinde kurtuluşun simgesi olan İzmir`e girecek ilk komutana verilmesini istemişti.
Çünkü, Birinci Dünya Savaşı kaybedilmiş, ordu teslim olmuştu. Ancak İzmir`in işgali bütün bunların ötesinde uyuyan devi uyandırmış, halkın zafere ve kurtuluşa olan inancını güçlendirmişti.
Yunan işgali ve sonrası yaşanan vahşet, her Türk'ü derinden yaralamış, İzmir adeta kurtuluşun bir simgesi haline gelmişti.
İşgalin son günleri için tarihe not düşmek gerekirse, bir milletin doğuşu ile hesapları “Sakarya’dan” dönenlerin hezimeti ile İzmir’de yaşananlar anılacaktır.
Eylül ayının ilk günleri, sonbaharın başladığı ılık akşamlarda, Yunan ordusunun Afyon ovasında başlayan hezimeti İzmir bar ve eğlence yerlerinde kimsenin inanmadığı bir dedikodu şeklinde dolaşmaya başlamıştı. Kimilerine göre bu; taktiksel bir geri çekilme, kimilerine göre ise Yunan askerlerinin bir zaferiydi.
Türk süvarileri, taarruzun başından itibaren, Yunan iletişim hatlarını hedef almış, birlikler arasındaki irtibatları yok etmişlerdi. İrtibatsızlık, Küçük Asya Ordusu Karargâhı ile ana ast birlikleri olan A, B ve C kolorduları arasında da olmuştu. Bu nedenle savaşın cereyan tarzı İzmir`de bulunan ordu karargâhına ve Atina’da bulunan merkez karargâha tam olarak ulaşmamıştı. Yunan birliklerinin ellerinde bulunan telsizlerde uzun zamandır kullanılmamasından dolayı ya arızalı ya da yeterince güçlü değildi. Eylül ayının başında, Orta Anadolu’nun batısında yaşanan çarpışmaların şiddeti, sahil şeridine ulaşmadan kayboluyordu. İşin ciddiyeti, cepheden firar eden ve geri çekilen askerlerin kıyı şeridine doğru takatsizce gelmeleriyle anlaşılmaya başlanmıştı.
7 Eylül sabahı, Rum mültecilerin limana doğru gidişleri artmıştı. Her yerde bir bilgi karmaşası vardı. İç kısımlardan; Alaşehir, Manisa ve diğer şehirlerden gelenler, olayları hep farklı şekillerde anlatıyorlardı. Hepsinin ortak düşüncesi, bezgin ve yıpranmış Yunan ordusunun, Türk süvarilerinin takibini geciktirmek için geçtikleri her yeri ateşe verdikleriydi. Önceden hazırladıkları gaz ve benzin bidonlarıyla yakabilecekleri her şeyi tutuşturuyorlar ve kül ediyorlardı.
8 Eylül 1922 akşamı, Nif Kazası ve köyler yanıyordu. Mustafa Kemal Paşa, yanındakilerle Nif’e gelip, Belkahve üzerinden İzmir’i seyrederek kahve içerken yanındakilere “…bu güzel şehre bir şey olsaydı, çok üzülürdüm” demişti. Uzaktan gelen silah seslerine rağmen çok güzel gözüküyordu.
8-9 Eylül, uzun bir bekleyiş gecesiydi. Yunan Ordusunun çözülüşü sonrasında, kaçkın Yunan askerlerinin, iç bölgelerden sökülerek perişan biçimde denkleri ve taşıyabildikleri diğer malları ile İzmir sokaklarını dolduran perişan Ortodoks halkının kente akışı sürüyordu. Kentte heyecan, korku son haddine ulaşmıştı. Bir boşluk yaşandığı açıkça ortadaydı. Türk Ordusu henüz gelmemiş, Türk idaresi de henüz kurulmamıştı. Belli yerlerde, Rum sivillerce ve onlara destek veren bazı kalıntı Yunan artıklarıyla direniş noktaları oluşturulduğu, kimi yerlerde de bu yönde çabalar olduğu biliniyordu.
9 Eylül sabahı, şehrin depolarını koruyacak kimse olmadığından, sokaklarda kucaklarında kasalar, çuvallar taşıyan insanlarla dolmuştu. Bugün yağma günüydü. Kocaman un çuvallarını taşımak için en zavallı hayvanlar ve perişan arabalar bile kullanılmış; zeytinyağı fıçıları yuvarlayarak götürüyorlardı, akla gelebilecek en ufak bebek arabasına bile şeker kutuları yığılmış, kadınlar, erkekler ve çocuklar bulabildikleri her şeyi yüklenmişlerdi. Yağmayı yapanlar sadece ufak tefek suçlular değillerdi; zengin, fakir herkes kendisine bir şeyler aşırıyordu. Bu gıda maddelerinin Türklerin eline geçmesindense, kendilerinde kalmasının daha iyi olacağını söyleyip, kendilerince bir bahanede bulmuşlardı.
Yüzbaşı Şerafettin, müfrezesinin başında İzmir’e girmişti. Böylece, dönemin tanığı bir gazetenin haberine göre; “askerlerimiz, 9 Eylül sabahı saat 10.30’da İzmir şehrine galip olarak girmişlerdir.
Türk süvarilerinin şehre girişi, buna tanık olan herkeste asla unutamayacağı bir görüntü bırakmıştı. 'Süvarilerin siyah kalpakları üzerinde kırmızı hilal ve bir yıldız işlenmişti; atları çok bakımlıydı ve uzun, ucu kıvrık kılıçları vardı. Tek kollarını havaya kaldırarak, “korkmayın! korkmayın!” diye sesleniyorlardı. At binmiş ve İzmir rıhtımından geçen bu birlikleri gören herkes, eğer askerî konuda az, çok bir bilgi sahibiyse, bunların sadece asker değil; hayranlık duyulacak subaylar tarafından eğitilen, çok iyi askerler olduklarına şahitlik edebilirlerdi.
Süvariler Alsancak sokaklarında ilerliyorlardı. Sanki düşman bir kentte girmiş gibilerdi. Kapılar, pencereler sıkı sıkıya kapatılmıştı. Sokakların arasında öbek öbek denk yığınları arasında Rum mülteciler vardı. Firar etmiş Yunan askerleri ya kılık değiştirmiş bu gruba karışmış ya da silahlarını atarak ne yapacaklarını şaşırmış halde, oraya buraya dağılmışlardı. Şaşkın ve yılgındılar.
Yüzbaşı Şerafettin Bey, Alsancak`a girişini; “9 Eylül sabahının ilk saatlerinde Alsancak sırtlarında idik. Artık Akdeniz’i kucaklamış bulunuyorduk.” “Sokaklar Rum muhacirler, içi eşya dolu arabalar, hayvanlar, silahlı ve bombalı sivil, asker binlerce insan sürüleriyle doluydu. Biz bunlarla hiç meşgul olmayarak yıldırım hızıyla yalın kılıç geçip gidiyorduk.” diye anlatmaktadır.
İzmir kurtulmuş ve Yüzbaşı Şerafettin Bey, Üçüncü Kılıcı almayı hak etmişti. Türk Halkı ve tüm Anadolu, 3 yıl 3 ay süren esaret zincirini kırmış, haklı savaşının son limanına gelmişti.
Vatan size minnettardır…