Doksan Yıl Sonra Geldiğimiz Nokta “Anaa!”
Resmi tarih kitaplarını okuduğunuzda Osmanlının bedbahtça yıkılışı, Türkiye Cumhuriyetin görkemli kuruluşu, Mustafa Kemal’in yüceltilmesi ile Mustafa Kemal muhaliflerinin ve son Osmanlı padişahı Vahdettin’in yerin dibine batırılmasıyla doludur.
Buna ideolojik olarak yaklaştığımız da –dünya tarihinde de gördüğümüz gibi- sistemin kendini meşru ve haklı kılmak için güttüğü yollardan biridir diyebiliriz. Her devlet kendi kuruluş felsefesi çerçevesinde böyle davranmak zorundadır ve bir yere kadar haklıdır da.
Lakin burada bir başka konu var ki işin vahameti buradan kaynaklamaktadır.
Nedir bu vahamet?
Bir ideoloji-diyelim ki sosyalizm- millet kavramını, milli kimliği ve hatta dini yok sayabilir. Toplumları önce sadece etten, kemikten maddeye indirgeyebilir. Sonra bunları yaptıkları işlere göre sınıflara ayırabilir. Yani sosyalizm için bir şey ya vardır, ya da yoktur.
Fakat cumhuriyet Türkiye’si gibi kavramları yeniden tanımlayıp onu dikte ettirmeye çalışan bir başka devlet veya sistem yoktur yeryüzünde.
Mesela milliyetçiliği bile yeniden tanımlarken “Atatürk milliyetçiliği” gibi bilimsel hiçbir alt yapısı olmayan bir milliyetçilik kavramını dikte ettirilmeye çalıştılar. Hâlbuki yeryüzünde böyle bir milliyetçik kavramı yoktur ve bilim literatürlerine girmemiştir. Ya da bilinen milliyetçilik kavramlarının ad değiştirmiş şeklidir.
Bu tamamen sistemin toplumu baskı ve disiplin altına almak için uydurulmuş bir kavramdır. Nitekim müzik de ve kılık, kıyafette modernliğin gereği ve cumhuriyetin olmazsa olmaz değerleri olarak topluma dikte ettirilmeye çalışılmıştır.
Ordusunun iki bin bilmem kaçıncı yılını kutlayan bir devlet, öte yandan cumhuriyetin kuruluş yılı olan 1923 yılından öncesini yok saymakta, Osmanlıyı öylesine geçiştirmekte ama ondan gerisini didik-didik etmektedir. Sanki Anadolu topraklarında yaşayan bu millet 1920’li yıllarda gökten zembille inmiştir.
Anadolu’nun bu etnik yapısı-bir yerlerden getirilip ekilen tohumlar gibi- bu topraklarda birden bire bitmiştir.
Hâlbuki Anadolu’ya olan göçler bildiğimiz gibi 1990’lı yıllara kadar devam etmiştir. Yani bu topraklarda yaşayan insanların hafızaları ve genetik kodları cumhuriyetin kuruluş yıllarını ve sınırları aşıp taşmaktadır. Kısaca cumhuriyet idarecileri genetik kodları cumhuriyet sınırlarını aşan Anadolu insanını zapt etmeye ve yeniden biçimlendirmeye çalışmışlardır. Ne var ki bunu toplum kabullenmediği gibi kendi zihni, fikri ve maddi imkânları da buna yetmemiştir.
Gelinen nokta ise; Nasrettin Hocanın leyleğe reva gördüğü gibi “işte ancak kuşa döndün” mantığıdır. Cumhuriyet yöneticileri neden böyle bir yola başvurdular?
Bu sorumun cevabı bu günkü yazımın konusu değil. Ancak şu kadarı söyleyeyim; Cumhuriyetimizin kuruluş yılları profesyonelce incelendiğinde ve özellikle İngilizler, Fransızlar gibi dünya güçleri ile değil de, kıytırık Yunanlılarla yaptığımız savaştan sonra bağımsızlığımızı elde etmemiz sorgulandığında bize ipuçlarını verecektir.
Sizi fazla yormadan bir anımı anlatayım. Belki meramımı daha iyi anlatmış olurum.
2000’li yılların başıydı. Benim ricam ve ısrarım üzerine, Nahçıvan’da bir Türk okulunun mezuniyet törenine katılmak için bir öğretmen arkadaşımla Nahçıvan’na gittik. Öğretmen arkadaşım 55 yaşlarında ve entelektüel bir kişiliğe sahipti. Çok kitap okurdu, günlük gazeteler elinden düşmezdi. Siyasetle de görevinin verdiği izin nispetinde de ilgilenirdi. Milli Eğitim şehrimizdeki bütün sosyal etkinliklere onu görevlendirirdi dersem abartmış olmam.
Sınırda pasaport kontrolü yapan Azeri görevli arkadaşıma sıra geldiğinde “efendi pasaportunu ver” dedi.
Arkadaşım bana dönerek “Anaa! Bunlarda bizim gibi Türkçe konuşuyor ya Yakup”. Doksan yıl sonra milletçe geldiğimiz nokta “anaa!”