Doğuda Kadın Olmak
Bu gün benim düğünüm var. Zifaf odasında celladını bekleyen idam mahkumları gibi beklemekteyim. Herkes avluda; halay çekip, zılgıt atmakta. Ben odamdayım…Ağlıyorum, gözyaşlarım sicim sicim kucağımdaki iki bebemin yüzlerine damlıyor. Ben ağlıyorum, bebelerim ağlıyor.
Bu gün benim düğünüm var. Cenazemle aynıdır miladı. Kardeşim saydığım, benden 7 yaş ufak kaynıma karı diye verildim. İki bebem amca dedikleri adama baba diyecek. Peki ben, kocamın kardeşine nasıl karılık edeceğim?
Alim, Alim kalk yattığın yerden, kurtar düştüğüm zilletten. Sana kıyanlar, bana kıydı, bebelerimize kıydı. Ağlıyorum; hani kıyamazdım gözyaşıma. Kalk ve gel hemen, çok geç olmadan yetiş!
Bu gün benim cenazem var. Kocamı gömdükleri gün, beni de yanına koyaydılar. Ölen bir kez kalan bin kez ölürmüş. Alimin yanına gömün beni, bu gelinlik kefenimdir benim. Kime ne kötülüğü dokunmuştu Alimin; her gün dağda bayırda koyun otlatır, rızkımızın derdiyle ömrünü tüketir, başkaca bir beklentiyi kendine reva görmezdi.
Dağda vurdular Alimi... PKK’lı sanmışlar. Kör kurşunlara kurban gitti Alim. Şimdi iki oğlum büyüdüğünde ve sorduğunda babamızın katili kim, hesap soralım dediğinde ne derim? Devlet senin babanı yanlışlıkla vurdu, nasıl derim? Minicik avuçları gözyaşlarımı silme gayretinde… Baba bildikleri adamın amcaları olduğunu öğrendiklerinde halleri nice olur? Ufacık yüreği kuş gibi çırpınırken cehennem yıllarımızın hesabını sorabilme rüştüne erdiklerinde, diş biledikleri düşmanın onları korumakla yükümlü tek güvenceleri ‘devlet baba’ olduğunu nasıl söylerim?
Öğrendiklerinde intikam çığırtkanlığıyla beslenen örgütün kucağına düşmezler mi? Omuzlarına konan hain ellerin sahte, sinsi sıcaklığına nasıl hayır diyecekler? Bir anayım, ayakta tutan budur beni, yavrularımı nasıl korurum sorusunda an be an can vermekteyim.
Bu gün benim düğünüm var. Gelinliğim, gözyaşlarım, bebelerim, intikam, çaresizlik, töre ve esaret altında koskoca bir ömrün yaşamadan yılgınlığı üzerimde. Ben bu gün öldüm, Alimin yanına gömüverin beni.
Kapı çaldı ve kocan öldü dediler. Daha 23 yaşındaydım. Kucağımda bir yaşında bebem... Biri üç, diğeri beş iki bebe daha. O an öylece kalakaldım. Dost meclislerinde eşlerini kötüleme terapisi yapan kadınlara susmam gibi susdum. Ben eşimi hiç kötülemezdim. Eşim iyi, has, mert bir adamdı. Eşim baba, koca ve çok güzel bir insandı.
“Hayır!” dediğimi hatırlıyorum, bu gün gibi… “Kocam ölmüş olamaz. İkindiyi kılmaya camiye gitmişti, gecikti ama gelir birazdan.” Israrla ve acımasızca “Öldü!” dediler. Müslüman kimliğinden taviz vermezdi. Sürekli PKK’lılar tarafından tehdit alırdı. Aldırmazdı. “Kader” derdi; “Vademiz belli, vakit geldi mi ne bir an öteye, ne bir an beriye çekebiliriz” derdi. Vakit gelmiş miydi? Vakitli miydi şimdi bu ölüm! Ölümün soğuk nefesini kocama üfleyen caniler onun nur yüzüne, üç bebesine neden aldırmadı? Vakitli miydi bu ölüm? Kocamın kaderini Yaradan mı, katiller mi belirlemişti?
23 yaşındaydım. Üç küçük bebemle ortada kalmak için çok genç değil mi? Kocam 25 yaşında. Hangi ideoloji bir insanı inançlı bir mümin diye acımadan katledebilir? Nasıl bir algı, salt kendi halklarının özgürlüğü ve hâkimiyeti adına gencecik bir adamı başı secdeden kalkmayan örnek bir müslümanı, ibadetini yapmış çocuğuna ekmek ve süt almak üzere bakakala giderken kaçırır, bu toprakların bir ferdi olan, Kürt kardeşini dağa götürür ve acımadan sıkar kafasına.
23 yaşındaydım, kapı çaldı ve “Kocan öldü” dediler. Aradan geçen yirmi yıl hiçbir şey değiştirmedi. Zaman o gün dondu. Her kapı çaldığında o kapının eşiğinde kucağındaki bebesi ile tir tir titreyen o kadın oluverdim. Evlen dediler, evlenmek istediler. Asla! Ben eşimle ahrette kavuşma hayaliyle her güçlüğe boyun eğdim. Kocan nasıl öldü, diyenlere “Şehit oldu.” diyebilmenin gururu beni ayakta ve diri tuttu.
Üç çocuğumu önce Allah’ın sonra şehit babalarının emaneti saydım. Karınlarını doyurmak, okutmak, babaları gibi örnek bir Müslüman, ahlaklı bir insan olmaları için yıllarımı gözümü kırpmadan yollarına serdim. Her zorluğa her güçlüğe evlatlarım için göğüs gerdim. Babam ne yaptı da köyümüzün dağlarında beynini paramparça eden o kurşunu sıktılar kafasına sorusuna veremediğim yanıttan başka bu fani hayatta karşıma çıkan her güçlüğü Allah’ın izniyle ve gayretimle çok şükür ki yendim.
Aslen Çanakkaleliyim ben. Edebiyat fakültesini bitirdim. Atamalarımız olmayınca, polis olma fırsatını değerlendirdim. İlk atamamla Diyarbakır’a geldim. Kaosun rant, ırk, mezhep ne varsa her türlü kavganın er meydanı olduğu, bir tek fabrikanın dahi bulunmadığı, uyuşturucu ve kadın ticaretiyle insanların ekmek yediği topraklara geldim.
Bölgede polis olmak tarif edilemeyecek kadar zor ve karmaşık. Burada herkes sizden nefret eder ve bunu size hissettirmek okşar her nevi baskının tesirinde zapt edilmiş gururlarını. Prangalı ayakları soğuktan morarmıştır Kürt halkının. Yalnız çaresiz kuşatılmış mecbur kılınmış güdümlü-güdülen yoksul, cana yakın, misafirperver insanlardır. Zengini çok zengin, fakiri çok fakirdir. İklimi gibi, gece gündüz arası sıcaklık farkı gibi keskin uçlarda yaşam savaşı verirler. Arası yoktur, sosyal siyasal hiçbir eşitlik bu beldenin eşiğinden geçemez. Feodal beylerin gölgesinde kendini özgür sanan bireyler geçim ve yaşam derdindedir.
Yedirmeyi, paylaşmayı sever aynı ölçüde neyi paylaşamıyoruz diyemezler. Ben bir polisim. Yerel halkın gözünde gardiyan, en azılı düşman, mücadele verdikleri despot, dayatmacı, jakoben sistemin mümessili, yani bir nevi onların gözünde totaliter devletim.
Benim geldiğim topraklarda davullu zurnalı asker uğurlamaları olurdu. Rüştünü ispat eden genç alttan alta gurur duyar, namusu saydığı vatan savunmasında üzerine düşen görevi zul duymadan ifa edebilme gayretiyle askere giderdi. Burada asker kaçağı çoğu erkek. Askere giden ev, cenazesi var gibi üzgün ve utanmakta. Çocuğum askere gidiyor demekten utanmakta. Eskiden batıya gönderilirken, şimdi kendi topraklarında, kendi halkının belki de sempatizanı olduğu mücadelenin karşısında yer almaları için zorlanmakta. “Hadi bakalım, kıyın birbirinize. Akıttığınız kan kendi kanınız olsun.” dercesine, iç çelişkileri ortaya sermek için canlı yem kullanmak istercesine...
Doğuda kadın olmak zordur. Doğuda polis olmak zor... Hem kadın, hem polis olmak insanın ömründen ömür yer doğuda. Burada başınıza gelen bir olaya, gördüğünüz bir tabloya şaşırmak şaşırtır insanı. Şaşırmak zordur bu topraklarda. Bol miktarda acı, kan ve gözyaşı ile harcı karılmış bu diyarda vicdan sahibi, sinirleri alınmamış bir fert olmak, hele ki kadın olmak saçma sapan ve imkânsıza yakın oranda zordur.
Şaşırma be artık kadın dersiniz ama ne zaman ne soracağı belli olmayan gaddar bir hocadır tecrübe. Bu gün elime bir kâğıt verildi. Bu suçları işleyen kadını tutuklamam ve getirmem istendi. Yol boyu suç dosyasına baktım. Kabarık ötesi, sayfa sayfa maddeler birbiri ardına sıralanmakta. Adrese geldim, kapıyı çaldım yaşlı bir teyze açtı kapıyı. Aranan suçluyu sordum, çağırır mısın teyze dedim. Yorgun yüzü, eğri beli, buruşmuş cildi gibi elinde paraladığı bir kâğıdı bana gösterdi ve “Aradığınız kadın benim.” dedi. Nasıl bir bünye bunca saçma sapanlığa kayıtsız kalabilir. Bu yetmişlik nine bunca suçu hangi maksat, azim, efor ve nasıl bir mantıkla işleyebilir.
Ben bir polisim. Çanakkaleliyim ve ülkemin doğusu ve batısı arasındaki farkı, dayatılan acıyı ve karmaşayı anlamlandıramıyorum. Korumam gereken devletin koruması gereken fertleri ona diş bilerken, insanı ve kendimi hayatta ve diri tutma gayretindeyim. Arz ediyorum.
Bu gün polis geldi kapıya. Ellerinde çarşaf çarşaf suç dosyası. Gencecik kadın polis çok şaşırdı. İçten içe güldüm. “Teyzem sen bunca suçu nasıl işlersin?” dedi. Dayanamadım ona ve güldüm. Kızdı mı kızdı elbet. Yüzünde anlam veremediği durumun şapşallığı, elime bir kelepçe taktı ve yaşadığı acılardan bir et yığını haline gelen bu yaşlı bedeni götürdü. Yol boyu kadın polis, karakolda amirleri yüzlerce soru sordu. Neden, neden, neden soruları havalarda uçuştu ama hiçbir şey demedim. Kesseler, doğrasalar, her nevi işkenceyle şu bedeni, bedenime düşman etseler yine de demezdim.
Çalışma salonları adı altında beyin yıkayan örgüt benim oğlumu da benden etti. Bir gün okula diye çıktı ve bir daha da geri gelmedi. Farklıydı o gün anlamalıydım. Defalarca ve defalarca sarılmıştı gitmeden anlamalıydım. Nasıl bir anneydim ben? O gün ufalayacağım kışlık tarhanaların derdine düşeceğime evladımın peşine takılaydım da onu göndermeyeydim.
Ah ki ah, cahil kafam! Daha on altısında körpe evladımı kandırdılar ve dağa gitti. Aradan birkaç ay geçmedi ve ölüm haberi geldi. Ben inanamadım. Ölüsünü görmek istedim ama taşımaya bile tahammül edemedikleri için öylece kurda kuşa yem ettiler gözümün nurunu ben onu son kez koklayamadım. Bir mezarı yok şimdi oğlumun. Gelişi gibi meçhul oldu gidişi. Bir karış toprağı çok gördüler oğluma.
Devlete gittim, oğlumu getirin dedim. Teröristin anasısın dediler, aşağılandım, hakarete uğradım ve o gün ilk kez bir zorum olmayan devletin zoruma giden tavırlarıyla neye uğradığımı şaşırdım. Kış kıyametten koruyan damım gibi sığındığım devlet bana sırtını döndü. Sevgisini nedendir bilmem bana çok gördü. Kırıldım. Kendimi değersiz, fazlalık ve hiç olmamalıymışım gibi ikincil ve terk edilmiş hissettim. Devler terk bile etmemişti beni, hiç benimle olmamıştı ki!
Diğer oğlum devlete diş bilemeye başladı. “Sakın ha, oğlum” dedim. “O örgüt belasının lafına sözüne uyup da abin gibi sen de kendine yazık etme.” Evlat acısıyla kavrulana yüreğime yeni acılar ekleme. Abisinin omzuna konan el küçük oğlumun da omzuna ilişti. “Abinin intikamını almanda sana yardım edeceğiz.” dedi ve oğlum onlarla birlikte yuvasını terk etti ve dağa gitti. Bir ananın yüreği bunca acıya nasıl dayanır demedi, ne örgüt ne oğlum ne başka biri.
Bu oğlum ölmedi ama askerlerce ele geçirildi. İşte ben onu ziyarete gittiğim ilk gün, hapishaneye adım atmamla birlikte örgütün daimi bir üyesi oluverdim. İki oğlumun davası ana yüreğimde yankı buldu ve ben o gün yavrularımın davasına onlara sarılır gibi sarılıverdim. Bana verilen her görevi yapmakla dağda bir yerlerde sızlayan kemiklerine merhem oluyorum sanıverdim. Bana verilen her görevi eksiksiz yerine getirdim. Mapus damına haber getirdim, oradan örgüte haber uçuruverdim. Dedim ya, evladıma sarılır gibi davasına sarılıverdim.
Bu yaşlı teyzeden şüphelenen olmadı, ben onlar ne dediyse yapıverdim. Uyuşturucu kuryeliğine kadar evlatlarımın davasına düşünmeden, sorgulamadan, şartsız-şurtsuz hizmet ettim. Evimin duvarlarında dağda ölen akrabalarımın ve elbet en başta öldü dedikleri, ölüsünü bile çok gördükleri oğlumun resmiyle süsledim. Onlar beni biledi, ben intikam ateşini o resimlerle canlı ve diri tutabildim. Oğlum Diyarbakır cezaevlerinde işkenceyle can veren tek suçu Kürt ırkına mensup olan babasının intikam aşkıyla can verirken, diğer oğlum babansın ve abisinin kanının hesabını sormak isterken, ben bölgenin mazlum, itilip kakılan, her anlamda kullanılan bir kadın, bir anne, her şeyden önce zavallı bir beşer olarak intikam ateşiyle ancak ve ancak ısınabildim.
Bölgede iç ve dış mihraklar oyunlar oynuyor, birileri bizi maşa gibi kullanıyor, öyle mi? Biz bunu bilmiyor muyuz? Bize biçilen kadere mecbur, gardiyanına meftun aciz esirler gibi tekrar ve tekrar oynanan bu oyunda bize biçilen rolü mecbur ve çaresiz oynamaya devam ediyoruz. Kelepçeyi taktınız ve suçluyum öyle mi? Kendi suçunu bastırmak için ötekine saldıran zavallılar gibi yargılayın, yuhlayın, taşlayın beni. Akan kan benim ve senin, bana kızdığın ölçüde kendi tarafındaki faşist diktaya da çemkirmediğin sürece sen bensin, ben senin aynadaki diğer yarınım farkında değilsin sadece.
Not: Bu yazı hikâyeleştirilmiş röportajlar içermektedir. Kurgu değil, tamamıyla gerçektir.