Doğmamış İşçiler!
İşçileri öldürün, / öldüremiyorsanız döveceksiniz,
dövemiyorsanız söveceksiniz.
Soma’da olduğu gibi… / 1 Mayıs’ta olduğu gibi…
Her zaman deniliyor ki Maden ocaklarındaki ölümler görmezlikten geliniyor diye. Koca bir yalan bu söylenenler. Nasıl görmezden gelinebilir ki efendim, hele ki ölümlerin üzerini örtmek bu kadar zor bir iş iken? Yaşanan olaylar karşısında sessizce beklendiğini, hiçbir şey yapılmadığını düşünenler ise daha da çok yanılıyorlar. Bu yapılanlar, gördüklerimiz sadece ve sadece oyunun kuralı. Ne yapabilirler ki işler yetiştirilmelidir.
Gayri Safi Milli Hasıla, tüm “saf”lığımıza rağmen artmak, kişi başına düş(mey)en gelir yükselmek zorundadır. Bakınız ne güzel ihracat(ımız) artmıyor mu? Kapitalizmde şov bitmemelidir. Makineler gümbürdemek, kaslar gerilmek zorundadır. İşte olması gereken asıl zorunluluk budur. Saf bir şekilde tedbir alınmasını beklerken “üzücü olaylar yaşanmaya devam edecek” ya da “inşallah tedbir alınır” gibi sözleri işitiyor olmamızın da nedeni budur. Zira kapitalizmin vicdanı yoktur. Şov her şeye rağmen devam etmelidir, edecektir. Aksi halde işçiler dışındaki birileri zarar görür. Hem maazallah onlar zarar görürse halimiz nice olur?
“Doğmamış Çocuğa Mektup” adında yıllar önce okuduğum bir kitap vardı. Soma’da hayatını kaybeden bir işçinin hamile bir eşi olabileceğini düşündüm de aklıma geldi birden. “Acaba bu mektubu Maden ocağındaki göçükte eşini kaybeden bir anne yazmış olsaydı ne yazardı diye?” düşündüm. “Çocuğum, kızım ya da oğlum babasız doğacak, babasız büyüyeceksin” diye başlardı mektuba sanırım. Ama ya sonrası? Nasıl getirirdi gerisini mektubun?
“Yazık ki senin için de benim için de bir tufan olacak yaşamımız… Bir şeyler yarım kaldı ortada, ben de anlayamadım. İşe gidiyorum diye çıktı bir sabah erkenden baban… Başka bir yere de gitmezdi zaten… Hiçbir kötü alışkanlığı da yoktu. Ama… Sanırım işe gittiği için öldü baban, işçi olduğu için… İşçi ne demek diye soracaksın şimdi evladım. Nasıl olsa öğreneceksin günü geldiğinde ama şu kadarını söyleyeyim sana, yaşamak adına başkaları için çalışanlara işçi denir… Kimileri işçi olduğunu bilmez ya da reddeder, kimileri ise bunu çok kutsal sayar, kimileri ise hiç önemsemez veya aşağılar, ama şu kadarı açık ki onlar olmasa… Şu etrafına bak… Göz alabildiğine genişçe bak… Hadi şimdilik senin yerine ben bakayım, işte tüm bunlar da olmazdı… Olmazdı ama zaten bizim de olmadı….Amcanların da yok, dayınların da… Babanın iş arkadaşlarının da yok… Galiba işe gittikleri için hiç olmamış…. Hiç de olmayacak…
Aslında bu yokluk halinin onlar da farkında, mesela yılda bir kez bayram seyran diyerek kutlama yapmaya, haklarını aramaya kalkıyorlar… Diyeceksin ki ne cesur babam varmış… Yok çocuğum yok… Evet gerçi cesurdu cesur olmasına ama… Dayakları, biber gazlarını, copları yiyip sularını içip geliyorlardı eve… “Biber gazı da ne?” diye mi sordun, boş ver şimdi, nasıl olsa sonra anlarsın, sen de bakarsın tadına… Ha bir de “ayak takımı” meselesi var… Aman sakın unutma çocuğum… İleride duyduğunda da şaşırma sakın… Yok yok senin o yumuşacık, güzel ayakların değil bahsedilen… Bazı insanlar baban gibilerinden kendi aralarında ayak takımı diye bahsederler… Muhtemelen de ilerde senden de öyle bahsedecekler… Ama sen bakma onlara… Ya da bak, bak ki iyi belle… Niye mi senden de ayak takımı diye bahsedecekler… Galiba sen de baban gibi işe gideceğin için çocuğum…”
Ne kadar zor eşini bir maden ocağında göçüğün altında kaybeden bir annenin çocuğuyla babası hakkında konuşmasını, dertleşmesini kestirmek ne kadar zor. Duyguların ağırlığı, gerçekliğin acımasızlığı kadarmış. Böyle durumlarda daha iyi anlıyor insan bunu.
Doğmamış işçiler rahat uyuyun diyemiyorum sizlere. Zira bugün de ölüm haberi geldi ocaklardan. Keşke hiçbir işçinin çocuğu yetim kalmaz, hiçbir işçinin eşi, hiçbir anne benzer ağırlığı taşımak zorunda kalmaz. Keşke hiçbir işçinin ölmeyeceği günler olsa. Keşke hiçbir çocuk hele ki doğmadan yetim kalmasa…
Arzu Kök