Doğduğumuz Gibi Kalabilseydik
Bir İnsan dünyaya geldiğinde iyi ki doğdun deriz sevince boğuluruz. Soyumuzun devam etmesinden mutlu oluruz. Her yeni doğan için neler yapacağımız, onu nasıl yetiştireceğimiz önce aklımıza gelmez, sadece ona kavuşmanın zevkini yaşarız. Eğer ömür varsa büyür gelişir, hayata atılır ve toplumun bir bireyi olur. İşte Bu insanoğludur. Ben, sen, o velhasıl hepimiz.
Belli bir yaşa gelince hayat mücadelesi başlar birey için, evlenir çoluk çocuk sahibi olur ve aileyi meydana getirir. Öyle ya da böyle yaşam devam eder.
Zaman çabuk geçer, takvim yapraklarının her gün birinin koparıldığı gibi ömür sayfaları da azalır her, geçen gün sona yaklaşır. Ömürden kopan her sayfada neler yazılıdır acaba bunu pek çoğumuz merak etmeyiz bile. Yaşanan gün acı tatlı geçer elbet deriz.
Çoğumuz zamanın çok çabuk geçtiğinden şikâyetçi olurken, çoğumuz da yaşanacak güzellikler var önümüzde diye avuturuz kendimizi. Hayattan alacaklarımızın hesabını yaparız. Ona vereceklerimizi hiç düşünmeden.
Yaşlanmaktan mı korkarız, yoksa geçen zamanın boşa gitmesine mi tahammül edemeyiz. Bu soruya herkesin cevabı farklıdır mutlaka. Yaşamın en yükseklerinde olanların var olduğu gibi, yaşamdan bıkanlarda çoktur. Her ikisinin de kendince geçerli sebepleri mutlaka vardır.
Kimi kaderine küsüp isyan ederken kiminin de tatmadığı zevki kalmaz bu dünyanın. Sonuçta ikisi de yaşıyordur ya da yaşamıştır ömrün yettiği yere kadar. Hep bu dünyayı düşünürüz ne gözümüz doyar, ne de gönlümüz. Akıl almaz telaşlar peşine düşer pek çoğumuz. Bazıları şerefiyle, onuruyla yaşamayı isterken bazıları da insanlıktan başka her şeyle doldurmuştur kendini.
Ama herkesin bir şekilde yaşayıp sonlarının ölüm olduğu hiç akıla getirilmez. Her geçen gün ona bir adım daha yaklaştığımız hiç hesaba katılmaz. Gidenlerin hiç birin geri dönmediği herkes tarafından bilinse de, gözünü dünya hırsı bürümüş nerden ne koparacağının peşindedir. En acı olanı da bu dünyada ki tüm nimetlerin geçici olduğunun, kalıcı olanların öte tarafta olduğunun unutulmasıdır.
“Hiç ölmeyecekmişiz gibi bu dünyayı, yarın ölecekmişiz gibi de öbür dünyayı” düşünmeliyiz elbet. Bu söz ne kadar ilmi, ne kadar yücedir. Acaba bizler hangisini daha çok düşünüyoruz?
Kaçınılmaz olan sona hangimiz ne kadar hazırız. O son için neler yaptık ya da yapabildik. Ve ya yapıyoruz derken öbür tarafı da mı yıktık. Bunların cevabını kaçımız doğru bir şekilde verebiliyoruz.
“Hayat bir uykudur, ölünce uyanır insan; sen erken davran ölmeden önce uyan” diyor Hz. Mevlana.
Biz insanlar erken davranıp ölmeden önce uyanabildik mi? Dünyaya gelmenin asıl amacı bu olsa gerek. Ama ne yazık ki erken uyanmak yerine hep uyuduk biz. Uyandım sananlar ise insanlığını bile unutup öyle çirkinlikler içine düşmüşler ki. Vay haline diyebiliyoruz ancak.
Sözde değil, özde insan olmalıyız hepimiz, bize sunulan bunca nimetlerin kıymetini bilerek yaşamalıydık. Kötülükler olmadan, canlar yakılmadan, hatır gönül bilerek yaşamalıydık.
Bir gün gelecek her kes bu dünyadan göçecek, bunu düşünerek gerçek âleme hazırlamalıydık kendimizi. Keşke hepimizin vicdanı rahat olabilseydi bu konularda.
Ömrün son deminde Eyvah! Diyecek pişmanlıklarımız olmasaydı. Yapılanların hesabının sorulacağı hiç unutulmasaydı. Mal, mülk hırsına düşüp nefsimize yenik düşmek yerine, iffetli ve adil olabilseydik. Bunların hepsi sadece lafta kalmasaydı, içtimai yaşam prensiplerimiz insanca olsaydı. Yaşadığımız her günümüzü iyiliklerle, güzelliklerle geçirebilseydik. Kimsenin ahını almadan tamamlayabilseydik ömrümüzü. Buradan giderken hiç kimsenin bir şey götürmediğini hep aklımızda tutabilseydik.
Şu bilinmeli ki insanlar daima yaptıkları ile anılırlar. Doğduğunda sevindiğimiz gibi öldüğünde de içimiz yanarak ağlamadan çok iyi idi diyebilmektir insanların ardından.
Keşke doğduğumuz gün ki gibi ter temiz olabilseydik.