Diyanet GDO Hakkında Ne Diyor?
Yeryüzündeki bütün canlıların bir yaratılış biçimi ve amacı var. Birileri bundan çok rahatsız ve değiştirmek istiyor. Ancak bunu yapmak istediğini açık açık söylemek yerine; bilim ve bilim çevreleri, siyasetçiler, medya gibi tüm vasıtaları, amacı için araç olarak kullanıyor.
Şeytan ilk telkinini, tek yasaktan yemesi için Hz Âdem’e yapmıştı. Aynı telkin ve vaadini, o gün bugündür sürdürüyor. İlk insanın düştüğü hata, ne yazık ki bugünün insanı için vakayı adiyeden.
‘Fransız Devrimi’ ile yeni bir boyut kazanan küresel derin devlet, kurulu düzeninin devamı için, genetik bilimi ve biyoteknolojiyi benzersiz bir silaha dönüştürdü. Bu silahı kullanarak; bitkilerin, hayvanların ve insanların fıtratlarıyla oynuyor. Yaşamı kontrolü altına almaya çalışıyor.
Yaşamı kontrol etmenin en kolay yolu da, gıdanın silaha dönüştürülmesinden geçiyor. Bu amaçla 1900’lü yıların başında başlattığı süreçte çok ciddi bir mesafe almış durumda. İlk olarak, insanlığın ortak mülkü olan tohumun mülkiyetini değiştirdi. Bunun için tohumların genetiğiyle oynamak gerekiyordu ve onlarda onu yaptılar. 1920’li yıllarda mısırdan başlayarak; ayçiçeği, domates, biber, patlıcan, salatalık, kavun, karpuz, kabak, ıspanak, lahana, bamya şeklinde devam edip giden binlerce bitkinin genlerine ekleme ve çıkarma yaparak, ‘hibrit’ adını verdikleri yöntemle tohumların tescilini almaya başladılar.
Çok iyi biliyorlardı ki; tohuma sahip olan, yaşama sahip olur. Yaşama sahip olansa, dünyaya! Nisa Suresi 119’da şeytanın: “Onlara emredeceğim, onlarda Allah’ın yarattığını değiştirecekler” şeklindeki beyanı; bugün hem insan ve hayvanların tohumu/spermi, hem de bitkilerin tohumlarının genetik yapısının değiştirilmesi şeklinde tecelli etmekte. Bugün insan sperminin önemli bir bölümü bile, Amerika’da bir şirket tarafından tescil edilmiştir.
Ne insanlar, ne hayvanlar, ne de bitkiler tarihin hiçbir döneminde bu denli bir zulme maruz kalmamıştır. Yani tüm canlılar, geri dönülmez bir tehlike başka bir değişle, gayri meşru bir kıyamet macerasıyla karşı karşıya. Son günlerde daha yoğun tartışılan GDO, yani genetiği değiştirilmiş organizmalar, fıtratın değiştirilmesi ve yaşamın birkaç şirketin patentine geçirilmesi veya devrinden öte bir anlam taşımaz.
1920’lerde başlayan genetik müdahaleler; birincil evreden sonra, bitkinin üreme genlerinin çıkarılarak kısırlaştırılması şeklinde devam etti. 1980’lere gelindiğinde, artık bir canlıya başka bir canlıdan alınan genlerin aktarımı gerçekleşti ki, bu macera artık bambaşka bir boyuta taşınıyordu. Bugün dünyada ve Türkiye’de tartışılan şey; daha çok ikincil aşama, yani bir insan, bitki, hayvan veya bakteriden alınan genin diğer bir canlıya aktarılması. Yaygın olarak bilinen adıyla: GDO
Türkiye halkının, GDO’nun ne olup olmadığını bilmesi oldukça önemli. Ancak asıl önemli olan halktan ziyade, halk üzerinde tesir eden siyasetçiler, ilim adamları, cemaat liderleri ve diğer toplumsal önderlerin konuyu ne kadar bildiği. Bugün özellikle Müslüman çevrelerde, konunun önemli ölçüde önemsenmediğini söylemek gerek. İlahiyat çevrelerinde ise, konunun ‘zaruret hali’ gibi bir mazerete indirgenmesi, -en azından bizim için- kahredici bir durum.
Dünyanın -asıl- gerçeklerinden habersiz bir şekilde, “dünya kaynaklarının, 7 milyara ulaşmış insanı besleyemeyeceği” şeklindeki batılı zihnin söylemini benimseyip tekrarlamak, Allah-ü Teâlâ’nın İsra Suresi 31. Ayet-i Kerimesi’ndeki, “rızık veren” vasfına güvensizlik değil de, nedir? Mevdudi merhumun ifadesiyle, ‘geçmişte yoksulluk korkusu, çocukların öldürülmesine ve düşürülmesine sebep olurken, bugün hamileliğin engellenmesi’ yahut da yaratılmışların beslenemeyeceği şeklindeki sakat tez, ne yazık ki Müslüman çevrelerce de dile getiriliyor artık…
Zaman zaman bu ‘seçkin’ kitle yerine, gençlerin daha bilinçli ve sağduyulu yaklaşımı ümit verici olsa da; kitleleri sürükleyen başta siyasetçiler olmak üzere, birçok toplumsal önderin özensizliği, ilgisizliği ve dolayısıyla bilgisizliği, yaşadığımız soruna daha geniş kitlelerce tepki verilmesini engellemekte. Siyasi, ekonomik veya dinî sorunlara yönelik karar veya fetva vericilerin kanaatlerini izhar ederken; seçtikleri muhatabın birikimi, vicdanı, imanı ve adil olup olmamasına bakmak yerine, isminin başına eklenmiş uzantıları önemsemesi, sonucu ciddi anlamda etkilemektedir. Feraset; muhatabın gizlenen kişiliğini ve çıkar ilişkilerini anlama ve kararlarını buna göre vermenin kavramsallaşmış hâli değildir de, nedir?
GDO; en basit anlatımla bir canlının genlerine dışarıdan yapılan müdahaledir. Asıl amaç ise, daha öncede ifade edildiği gibi, tohumun mülkiyetini yani yaşamın mülkiyetini ele geçirmek… Son zamanlarda yapılan GDO tartışmaları, aslında sorunun bütününden uzaklaşmamıza neden oluyor. Gayri ahlakî, gayri insanî bir eylem ve işlem olan genetik müdahalenin, hiçbir toplumun vicdanında yer bulmayacağını gayet iyi biliyorlar. Kirlenmemiş bir vicdanın bunu kabul etmesi zaten beklenmez. Bu gerçeğin toplumun vicdanında bir karşılığı olmadığını bilenler, insanlığın gözüne parmak sokarak bütünün tartışılmasına engel olmak istiyor.
Tohumu mülkiyetine geçiren şirketler, tartışma zeminini bile belirlemek istiyorlar. Hatta GDO karşıtıymış gibi duran bazı mahfillerin, aslında bizi hızla gerçekten uzaklaştırdıklarını da görürüz. Çünkü GDO karşıtı gibi duran bazı yapıların finansmanının mütemadiyen bu mahfillerce karşılandığı gerçeği, nereye doğru sürüklendiğimizi apaçık gösterir. Dahası o şirketler ve Dünya Bankası, AB ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurmacalı yapıları, Türkiye’de de olduğu üzere, finansmanını sağlayarak tohum bankaları kurduruyorlar. Yüz milyonlarca doları hayır-hasenat için vermediklerine göre, acaba neyi amaçlıyorlar? İşin sırrı yine ayrıntılarda kaybolup gidiyor ne yazık ki! Bu sözde tohum bankaları için yapılan finansal destekler, ülke içinden toplanan tohumların bir bölümünün Norveç’te buzulların altına kurdukları Swallboard kıyamet deposuna kaldırılması şartına bağlanmış... Oysa birileri bize, bütün bu çalışmaları tohumlarımızı korumak için yaptığını söylememiş miydi? O halde, hiçbir zaman cevabını alamayacağımız bir soruyu yine tekrarlayalım: O tohumların kullanımını yasaklayıp, sonra tohum hapishanelerinde saklamak hangi planın parçası?
Bu konuda yapılan tartışmaların belirleyici olup olmayacağını zaman gösterecek elbette. Ancak tartışmayı tohumu mülkiyetlerine geçiren küresel mafyanın arzu ettiği zaviyeden yaptığımız zaman, yalın gerçekten hızla uzaklaşmış oluruz. Mesela Türkiye’de 8 Ocak 2004’de kabul edilen ‘5042 Sayılı Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun’ kâbus yasanın yanısıra 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” hükmü gereği, on binlerce yıldır kullanıla gelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur. Dahası, nesepsiz tohumlarla yapılan tarıma destek veren Türkiye, diğer taraftan fıtrî tohumlarla yapılan tarımsal faaliyetine ise destek vermemekte.
Hiç kuşku yok ki GDO meselesi insanlarca tartışılabilir. Fakat Kur’an-ı Kerim’in, “şeytanî bir eylem” olarak nitelediği fıtratın değiştirilmesi gerçeğinin Müslümanlarca önemli ölçüde olumlanarak tartışılması, hem meselenin ehemmiyetinin farkında olunmadığının, hem de dünya gerçeklerinden ne kadar uzak kaldıklarını göstermez mi? İnsan görünümlü şeytanların söylemlerini müzakere edilebilir olarak görmek, sunulan zehre tenezzül etmekten başka ne olabilir? Fıtratı değiştirerek yaşamı ele geçirmeye çalışanlar gayet iyi biliyorlar ki, her kafadan bir ses çıkınca zihinler bulanıp, bilinçler kirlenecek, bu da Müslümanları, gerçekten hızla uzaklaştıracak. Gerçekten uzaklaştıkça sorunu çözecek bir icma da sağlanamayacak. Haliyle bu da fiili bir durum meydana getirecek. İslam Dünyası, özellikle de Türkiye bu konuda dünyaya sunulabilecek en iyi örnek.
Mevcut iktidar tarafından çıkartılan bir kanunla; bütün bir toplum gerçek tohumlardan uzaklaştırılmakta, tarım politikaları ile de toprağa ait olan insan, topraktan utanır/uzak hâle getirilmekte. Siyasi iradenin akıl almaz bir kararıyla; tohumun mülkiyetinin devri olan hibrit tohumları legalleştirmek amacıyla, sadece GDO’nun tartıştırılması, şeytanın zokasını bir kez daha yuttuğumuzu gösterir. Tohumun mülkiyetinin devri; sadece yaşayan insanların haklarından feragat etmesi olmayıp, bilakis sapa sağlam devraldığımız kadim tohum emanetinin gelecek nesillere aktarılmayarak ‘emanete hıyanet’ edilmesi, daha da önemlisi, gelecek nesillerin yaşama haklarının bir avuç merhamet yoksununun insafına terk edilmesidir!
Eleştirilerimiz kimilerince, ‘iktidar partisi karşıtlığı’ şeklinde yakışıksız bir indirgemeye maruz tutulabilir. Bu suçun tek sorumlusu mevcut iktidar olmayıp, olsa olsa zanlıların en büyüğü olabilir. Bu modern kölelik sözleşmesine atılan imzada, ister TBMM’de yer alsın, isterse de yer almasın tüm siyasi partiler ile tüm toplum kesimleri de bu suça ortaktır. Dahası, feraset yoksunu Müslümanlar bu meselenin asıl failler sayılmalı!
Bir çift evlendikten sonra korunma yapmadıkları halde, ilk bir yılda hamilelik gerçeklememişse, bu çiftlerden her ikisi veya birinin kısır olduğu varsayılmakta. Bundan kırk yıl önce geleneksel tabiî tohumlarla beslendiğimiz yıllarda, insanlardaki yüzde 2 olan kısırlık, tümüyle hibrit ve GDO’lu tohumlarla beslendiğimiz 2011’de ise yüzde 30’lara ulaşmış durumda. Kısırlık oranı bu hızla devam ederse, önümüzdeki on yılda, her iki evli çiftten biri kısır olacak. Dahası kırk yıl önce 150 milyon aktif sperm olan erkekler, şimdilerde 20 milyon seviyelerine düşürülerek hızla kısırlaştırılmakta. Bu denli hızla kısırlaştırılan bir toplumdan değil 3 çocuk talep etmek, 5 çocuk istemek bile geleceği kurtaramaya yetmeyebilir.
Elbette Müslüman bir toplum, meselenin dinî boyutunu asla göz ardı etmemeli. Nisa Suresi 119’uncu Ayet-i Kerimesi ile ilgili olarak, Türkiye Diyanet Vakfı’na ait ‘Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meal’in dipnotunda; “Allah’ın yarattığının değiştirilmesi, hem maddi alanda, hem de fıtrat alanında gerçekleşebilir. Zamanımızda, yeryüzünde doğal dengeyi bozucu her türlü girişimi bu çerçevede değerlendirmek mümkündür” denilerek, aslında meselenin dinî boyutu önemli ölçüde izah edilmekte. Kaldı ki, ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’nın fıkıh komitesi de “genetik değişik helâl değildir” diyerek tartışmayı noktalamıştı.
Geleneksel tohumun ticaretinin yasak olduğu, buna karşın ticari firmaların mülkiyetine geçirilmiş hibrit kısır tohumların yaygın olarak kullanıldığı Türkiye’de, 2010 yılında çıkarılan Biyogüven-siz-lik Kanunu gerekçe gösterilerek, GDO’lu ürünlerin yasaklandığı iddia edilir. Oysa iddianın geçersizliğini anlamak için, kanuna bakmak yeterli olacak. Bu kanunun amaç maddesi, “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek” cümlesiyle başlamakta. İkinci maddesinde ise “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık Bakanlığı’nca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilmekte. Bu hükümle insanî ilaç ve aşılar, kozmetik ve temizlik ürünleri, tekstil ürünleri ve veteriner ilaçlarının kapsam dışına alınarak, zikredilen alanlarda GDO’ya resmen izin verildiği açıkça görülür. Ayrıca kanunun beşinci maddesinde GDO yasaklanmıyor. Bilakis yasanın ifadesiyle, “GDO ve ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi” yasaklanıyor. Neticede, Bakanlığa bağlı olan Biyogüven-siz-lik Kurulu isterse, son olarak 13 Kasım 2011’de verdiği izin gibi, GDO’lu ürünlere gıda veya yem amaçlı izin verir ve vermektedir.
Bütün bu gerçeklere rağmen sürekli olarak “GDO yasak” şeklindeki ifadelerin gerçekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını, geçtiğimiz bir yıl içinde herkes yaşayarak görmüştür. Öyle ki, bir merkezden programlanan bir el, kendisine güvenen kitlelerin midelerinin yanı sıra, eşikaltını da kirletiyor. Netice itibariyle Türkiye, önemli ölçüde tohumlarını küresel şirketlere kaptırmış; tıbbi ürünlerden temizliğe, gıdadan tekstile kadar tüm alanlarda genetiği değiştirilmiş ürünler cennetidir. Ümit ederiz ki; bundan sonra kimse ‘neden insanlar bu kadar sağlıksız, neden bu kadar psikolojik travma yaşanıyor, neden ebeveynler çocuklarını kontrol edemiyor, neden dualarımız kabul edilmiyor’ diye sormaz. Şayet emanete ihanet ettiği düşünülen bir zanlı aranıyorsa, uzağa bakmaya gerek yok.