Dicle’nin Hüznü, Fırat’ın Acısı
"Dicle kenarında bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adl-i İlahî Ömer'den sorar onu."
Dicle kenarı, koyunun kurda kapılmasını bile haksızlık görecek denli huzur yurdu, barış iklimi... O gün bugündür.Ömer'ce bir duru(lu)şun kıyısını bekliyor Dicle. Ömer'ce bir dirilişin yatağında kıvranıyor Dicle... Kardeşi Fırat da kadim medeniyetlerin akıl emeği, gönül nuru kütüphanelerindeki derin okuyucularının kulağında huzur veren bir çağıltı olarak aktığı günleri özlüyor.
***
Dicle'den haber alıyorum ara sıra... "Fırat parmaklarını kıpırdattı" diyor. "Anlamıyoruz ama bazı kelimeleri heceliyor" diye heyecanlanıyor. Dicle ve Fırat, herkes gibi bu iki nehrin arasına gönlünü koymuş bir babanın hasreti... Kızının adı Dicle; merhamet nehri olsun diye... Oğluna ise doğar doğmaz Fırat demiş; kurak topraklara serin umutlar taşısın diye...
Gelin görün ki, Fırat "iki nehrin arası"nda, ne idüğü belirsiz, galibi belli olmayan, kayıpları rakama sığmayan, kaybettirdikleri dile gelmeyen bir savaşta şakaklarından vurulmuş... Batı'da yaşayan bir babanın Doğu'dan devşirdiği ümitleri uğursuz bir şarapnelin ucunda parçalanmış... Dicle ise ne zamandır kardeşine yanıyor. Baştan ayağa felç Fırat'ın dudağının belli belirsiz kıpırtılarına asıyor hayallerini. Fırat'ın puslu geleceğine bir ışık sunmak üzere çırpınıyor, çırpınıyor.
***
Bizim unutkanlığımızla kapattığımız yaralar, duyarsızlığımızla susturduğumuz çığlıklar Fırat ve Dicle kadar canlı ve dipdiri akıyor. Fırat'ın vuruluşunu haber yapan gazeteleri çoktan çöpe attık ama Fırat'ın yarası hâlâ Dicle'nin hayatının sürmanşetinde kanıyor. Biz "yaralı kurtulan asker", "ölü ele geçirilmiş terörist", "memleketlerinde törenle toprağa verilen şehitler" gibi şablon haberlerin ardından yine kahkahalarımızı bastık. Ama Fırat'ın tebessümü hâlâ yarım. Ama "jandarma ile örgüt arasında sıkışmış" Kürt ananın dağa çıkmaktan alıkoyamadığı oğlu için yaktığı ağıtlar hâlâ daha ateşli...Törenle de olsa toprağa verilmiş eşlerin yuvada bıraktığı boşluk hâlâ daha yakıcı... Aslan oğlunun parçalanmış bedenine bile bakamadan "Vatan sağ olsun" tesellisiyle susturulan babaların gücenikliği hâlâ daha uyanık. Unutturmuyor acı kendini. Uyutamıyor bizim gibi "acı kaybı"nı...
***
Biz... Unutuyoruz. Kapatıyoruz. Örtüyoruz. Yok sayıyoruz. Hafife alıyoruz. Kulak asmıyoruz. Göz yumuyoruz. Ama Dicle'nin kenarında, Fırat'ın dokunduğu yerlerde, gerçek hâlâ çıplak, açıkta bekliyor, bağırıyor, yanıyor, yakıyor. Gecenin örtüsü bile saklayamıyor kalplerin yangınını. Bayramlar bile çaresiz kalıyor acının çığlığını susturmada...
Ülkenin batısında pek huzurluysak, etten kemikten duvar olarak kullanılagelen Mehmetçiğin canı sayesindedir. Ülkenin başkentinde birileri alıştıklarının değişmesine, kabullenmelerinin yerinden ırgatılmasına "esastan ve usulden" karşı çıkıyorsa, hepimizin paylaştığı o vurdumduymazlığa sığınmaktadır. Ülkenin bir köşesinde, "şehit" ve "ölü ele geçirildi" haberlerini çelişkisiz seyredebiliyorsa analar babalar; Diyarbakırlı babayı varoşlara sürükleyen, Hakkarili gelini dilim dilim parçalayan çelişkiye uzaklığına aldanıyordur.
***
Doğu'nun gönlü kırık, boynu bükük insanına Halk Partisi devletçiliği çare olamıyor. Her sabah yüzlerini birbirlerinden saklayarak, kıkırdayarak, mecburen "Turkim, doğruyum..." dedirtilen çocukların utancı değer mi tuzu kuru Denizgillerin kalbine? Daha ilk gün üstelik "doğruyum" dediği yerde, "Turkiiiim" diyerek iki yüzlü/iki sözlü olmaya zorlanan masumların günahı kimin boynuna? "Ben orada değildim..." savunması kurtaracak mı bizi? Artık bundan sonra "oradayız." Kuru kafa ırkçılığı olarak dayatılan, "vatanını sevmek"ten "milleti adına acı çekmekten" fersah fersah uzak Devlet "milliyetçiliği" ezilmiş bir Kürt ya da Türk'le empati kuracak inceliği nerede bulur da gösterir? Diyarbakır'da milliyetçiliğin partisinin tabelası var sadece; yüzü kızarık, utangaç, duvara asılı duruyor öylece... Bunca ateşi tutuşturan ırkçılığı yeni bir ateş olarak sunmak, en azından bir safdillik, bir aymazlık... Peki ne kaldı geriye? Kürt milliyetçileri mi? Garip ki, hem devletçiliğin hem milliyetçiliğin çözümsüzlüğünü barındırıyor içinde... Örgüt lideri üzerinden yürütülen ve özlemle dillendirilen sıkı bir devletçilik... "Benim adamım olsun da..." anlayışıyla oy verilen ama hizmet ummadıkları, fayda görmedikleri "üstenci" belediye iktidarları... Kürtlerin hepsini şiddetin kucağına iten bir başka "kuru kafa" hesabı daha: Kürt milliyetçiliği... (Trajik biçimde Kürtleri de Türkleri de birbirlerine "düşmanmış" zannettiren "ırkçı başı" Ziya Gökalp'ın adı kâh caddede, kâh lisede!) Alnı secdeye değen Kürt köylüsünü temsil için seçilmiş Marksist/Leninist, en azından agnostik, din ve maneviyat tanımaz bir anlayış... Köyleri keyfince boşaltan jandarma kadar militan ve militarist uygulamalara teşne bir "örgüt"...
***
Doğu insanının yaşadığı işte bu: Sıkışmışlık... Yıllar önce Doğu'ya giden İstanbullu bir gazetecinin köyde elektrik olmayışına şaşkınlığına bir köylünün verdiği şaşırtıcı cevap düşüyor aklıma: "Bi'tarafta cenderme, bi'tarafta pekeke... Sen alatirik olsan, sen gelir misin?"
Sen elektrik olsan, gündüzleri jandarmanın örgüte yardım ve yataklık etme diye dipçikle tehdit ettiği, geceleri dağdan inen dayıoğlunun, amcakızının ekmek istediği bir köydeki yüksek voltajlı çelişkiyle çarpılmaz mısın?
***
İsteyen ziyaret edebilir; Dicle ve Fırat İstanbul'un Ümraniye'sinde akıyor. Karşılıklı çaresizlik içinde... Öyle ekranlardan gelip geçen bir acı değil bu... Arkası reklama bağlanmıyor. Öyle "törenle toprağa verilen" bir çelişki değil bu. Bayrağa sarılsa da susmuyor.
***
Türkiye'nin batısındaki "şehit babası" da, doğusunda "ölü geçirilmiş"in anası da "evlat acısı" yaşıyor. Evlat acısının ırkı yok, tarafı yok. İstanbul'un varoşlarında köylerinden sürülmüş, onursuz yaşamaya mahkum edilmiş Kürt köylüsü ile, evlâdının üç beş kuruşluk asker aylığına muhtaç Türk fukarası da aynı çözümsüzlüğün ortasında kıvranıyor. Ne Denizgillerin AYM umutlarına kafaları yatar onların ne Devletgillerin "esastan ve usul"den toptancılığına...
***
Sizin çözümü için parmağınızı bile kıpırdatmayı çok gördüğünüz bu kocaman çelişkiyi, yıllardır on binlerce ana baba, bacı, kardeş; bebe, çocuk, yetim, öksüz nice masum; yavuklu, sözlü, sevgili, nişanlı, evli nice kadın yüreklerini ortaya koyarak göğüslüyor.
O çok sakındığınız parmaklarınızı yormayın... Siz yokken de, sizin ırkçılık hesaplarınız, her şeyi silahla çözmeye kalkan, Dersim sabıkalı, tehcir lekeli "dikta kalıntılarınız" ortalıkta değilken, Dicle ve Fırat barışa akardı, huzurla çağlardı. Geçmişinde olmadığınız bu barışın geleceğinde de bir parmak kadar olmayı hak etmiyorsunuz.
Hep "düşman"ı işaret eden o parmaklarınızı alın, bir de kendi yüzünüze doğru çevirin. İsabet edersiniz. Kendi parmaklarınızı kendinize vicdanınıza parmaklık yaptığınızın farkında değil misiniz?
***
"Adam" olan başkalarının acısını kendi acısı bilir. Acı başkalarına ait diye yan gelip yatmaz, unutmaz, geçiştirmez. Kendini ırkıyla değil, yaratılmışlıkla şereflendirilmiş bilen her mümin, var edilmişliğinin mahcubiyeti ile herkesi/her şeyi kardeşi bilir. Hiçbir şeye karşı tekebbür hakkı olmadığını idrak eder. Kıbleye dönebilen her Müslüman, alnı secdeye götürmesini bilen her dindar, "ben ateştenim" diyerek ırkçılığı başlatan şeytana canıyla dişiyle muhalefet eder.
Yanılıyor muyum yoksa?