Devletten Korkan Bir Milletiz!..
Şanlı tarihimize göz attığımızda, her sayfasının ayrı bir kahramanlık destanı ile dolu olduğunu görürüz.
Çanakkale destanından tutun da, Malazgirt zaferine kadar... Plevne destanından tutun da, Kudüs savunmasına kadar...
Tarihi böylesine kahramanlıklarla dolu bir milletin, devletinden böylesine korkmasına, böylesine tırsmasına anlam vermek mümkün mü?
Herhalde değil!..
Yazımızın derinliğine inmeden, hemen başında belirtelim de, sonra yanlış anlaşılmalara neden olmayalım. Devletinden korkan derken, devlete isyana, devlete karşı gelmeye falan da teşvik ediyorum şeklinde anlaşılmasın.
Aşağıda yazının devamını okudukça, zaten ne demek istediğim de anlaşılacaktır...
Bu zorunlu açıklamayı da, okumaktan çok fazla hoşnut olmayan bir millet olarak, üç beş satırı okuduktan sonra, “Haaa gidinin yazarı, milleti devletine karşı isyana teşvik ediyor” diyen bir sivri akıllının çıkmaması içindir.
Asıl konumuda gelmeden devletin ne olduğuna bir göz atalım; “Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur.”
Devletin görevleri de öncelikle tabii ki, hizmet verdiği toplumun adaletini, güvenliğini, sağlığını ve eğitimini en iyi şekilde sağlamaktır. Bunları sağlayan devlet, doğaldır ki iyi devlettir.
İyi bir devlet, bu görevlerini yerine getirirken, düzenleme, denetleme ve uygulama fiillerine işlerlik kazandırarak, toplumuna huzur ve mutluluğu eşit oranda dağıtmakla da mükelleftir.
Şimdi olmazsa olmaz bu kriterlere baktığımızda, bizim devletimizin bu olguların neresinde olduğuna daha iyi karar verme imkanı da bulabiliriz. Ve sanırım sizler de benim gibi düşünüp, iyi bir devlet hizmetine sahip olmadığımız konusunda hemfikir olacaksınızdır!..
Bakın, önceki gün İstanbul Zeytinburnu’nda bir patlama oldu!.. Bu tamamen hem devletin, hem de devletin oluştuğu ana unsur olan bizlerin, yani milletin tamamen duyarsızlığından kaynaklanan son derece traji-komik bir olaydır.
Eğer, devlet gibi bir devlet olsaydı ülkemizde, böylesine bir tesisin, şehrin ana göbeğinde kurulmasına izin verir miydi? Tabii ki hayır...
Düşünebiliyor musunuz, bir sanayi sitesinin göbeğinde havai fişeği üreten bir atölye, hiç kimseye haber vermeden, hiç kimseye sormadan yıllardan beri faaliyet gösteriyor, fakat böyle bir atölyeden devletin, belediyenin haberi yok...
Bu devletin valisi de, bu devletin belediye başkanı da, “Bizlere bir müracaatları yok, bizim kayıtlarımızda böyle bir tesis görünmüyor...” diyerek, içlerinde bulundukları ağır suçtan kurtulmaya çalışıyorlar. Ne büyük bir acı Ya Rabbi...
Bu devletin maliyecileri yok mu? Bu belediyenin zabıtaları yok mu? Bu devletin SSK müfettişleri yok mu? Bu devletin işyeri sağlığını kontrol eden ekipleri yok mu?
Demek ki yok!..
Eğer olsaydı, bunlardan biri mutlaka bu kayıtdışı sanayi atölyesine uğrar, gerekli yaptırımı uygular ve gerekirse böyle bir tesisin, böyle bir sanayi sitesi içerisinde kurulmasını engellerdi.
Bu konuya tekrar dönmek üzere, devletin böylesine başıboş olduğu bir ortamda, millet de devletinden aşağı kalmadığını ortaya koydu.
Bakın bir patlama oluyor, 22-23 kişi ölüyor, onlarca kişi ağır yaralanıyor ve bunların içlerinde durumu ağır olanlar da var... Yani ölü sayısı daha da artacak.
Böylesine olumsuz şartlarda üretim yapılan bir yerin çevresinde de onlarca başka işyerleri var. Hadi devlet görevini yerine getirip de denetim yapmıyor, ya millet ne yapıyor? Bari onlardan bir ikisi dahi gidip de, devlete şikayet etmiyor...
Yani öylesine tevekkül bir milletiz ve devletiz ki, her işimizi sürekli Allah’a havale ediyoruz.
Valisi de, belediye başkanı da göğsünü gere gere, “Bize ihbar olmazsa biz denetleme yapamayız!..” diyerek, suçu da millete atıyor.
Zaten biz de, şikayet etmeyi gammazlık olarak kabul edip, evimize giren hırsızı bile polise şikayet etmekten kaçınan bir toplum olduğumuzdan, bu yaşadıklarımıza hiç kimsenin üzülmesine de gerek yok sanırım!..
Bakmayın, basın birkaç gün üzerine gider, birkaç kişi daha ölünce, iki üç haber daha yapar, ondan sonra da herşey eskiye rücu eder... Hiç birimizin şüphesi olmasın.
Şimdi, başlığımızın anlamını açmaya gelince, bizim toplum kadar devletinden şikayet eden bir toplum az bulunur sanırım.
Şöyle bir düşünün, iki kişi bir araya geldiğimizde, ya belediyeden şikayet ederiz, ya emniyetten, ya hastanelerden, ya da milli eğitimden...
Hayatımızın yüzde 95’i şikayet etmekle geçer.
Ama birbirimize!.. Bu şikayetlerimizi yetkililere asla iletmeye cesaret edemeyiz. Çünkü korkarız. Bu konuda haddinden fazla korkak bir milletiz.
Düşman karşısında aslan kesilen bizler, devlete en küçük bir şikayetimizi yapmaya sıra gelince, korkak fareler gibi tırsarız, asla konuşamayız, dile getiremeyiz.
En son örneğini iki-üç gün önce yaşadım.
Yine bu köşede dile getirmiştim, genç arkadaşlarımız geçen hafta güzel bir haber yapmışlar. Hani yıllardan beri “otopark isterük... otopark isterük...” diye feryat figan eden Bandırmalı, oluşturulan 700 araç kapasiteli otoparkı yüzde 50 kapasite ile ya kullanıyor ya kullanmıyor.
Otoparklar bomboş, ama ara sokaklar ve ana caddeler dopdolu... Tezat ki ne tezat...
İşte bu durumu dile getirdik, istedik ki kurallara uyup, kent yaşamına adapte olalım.
Aman efendim, mail olarak ne şikayetler geldi bir görseniz. Hiç biri de ismini vermiyor haaa... Hepsi de “nick” denilen takma ya da uyduruk isimlerle atılmış mailler.
Bu ve benzeri konularda hassas olduğumuz bir arkadaşımız da, gerek bizim haberimize, gerekse benim köşe yazıma bir eleştiri getirip, “Sen her arabası olanın cebinde otopark parası olduğunu mu sanıyorsun?” diyerek sitem edip, Bandırma’daki otoparkların ücretlerinin yüksekliğinden bahsetmiş.
İki saat için 1,5 YTL isteniyor Bandırma’daki otoparklarda... Bu paralar da Bandırmaspor işletmeciliğinde tahsil ediliyor. Pahalı mı değil mi, kararı siz verin artık.
Neyse, arkadaşlarımıza bu sefer, “Otoparkları dolaşın, araç sahipleri ile görüşün ve onlara mikrofon uzatıp, görüşlerini sorun bakalım. Onlar ne diyecekler?” dedik. İki gün, Bandırma’daki ne kadar otopark varsa dolaşan muhabir arkadaşlarımız, ne yazık ki konuşturacak bir kişi bulamamanın hayal kırıklığı ile döndüler.
Evet evet, yanlış okumadınız, bir tek kişi “pahalı” ya da “ucuz” deme yürekliliğini gösteremedi.
Hatta, bana mail atıp da sitem eden müzmin muhalif erdemli arkadaşa da söyledim, “gel o zaman bu şikayetini sadece bana iletme, kameraya da konuş, ilgililerin yetkililerin kulağına gitsin” diye, ama bugüne kadar çıt çıkmadı...
Eee, biz daha ne yapalım. İnsanların kafasına silah dayayım da, “konuş” diyemeyiz ya...
Vatandaş, yani biz, yani millet birebir kendini ilgilendiren konularda, “Aman devletle, aman belediye ile ters düşmeyeyim” mantığı içerisinde hareket edip, göz göre göre hakkını, hukukunu aramaktan kaçıp, tepesinin ezilmesine razı gelirse, biz ne yapalım?
Basının görevi, toplumda oluşan olumsuzlukları yansıtmak, toplumu bilgilendirirken de, yetkilileri harekete geçirmektir. Gelin de, bu devlet ve millet içerisinde basın olarak görevinizi yerinize getirin.
Yanlış anlaşılmasın, millet böylesine duyarsızken, devletin duyarlı olabileceğini mi sanıyorsunuz? Ona da cevabım kesinlikle hayır...
Küçük bir örnek vermek gerekirse, cadde ve kaldırımları işgal eden gerek esnaf, gerekse seyyar satıcılara karşı ne kadar hassas olduğumu, bu köşeyi takip edenler yakından bilir.
Ne zaman bu konu ile ilgili yazı yazsam, düşman kazanıyorum. Hem de iki taraftan birden. Zabıtayı eleştirdiğim için zabıta düşman oluyor, gidiyor beni seyyar satıcıya ya da esnafa şikayet ediyor, “bakın sizin ekmeğinizle oynuyor” diye... Onlar da düşman oluyor!..
Hiç kimse, kanuna, kurala, yönetmeliğe, toplum yaşamına uymayı aklına dahi getirmiyor. Baksanıza, devlet beni seyyar satıcıya şikayet ediyor!.. Nedeni ise çalışmadıkları için eleştirdiğimden dolayı... Var mı böyle bir şey?
Ama burası Türkiye olunca, tabii ki var.
Bir başka örnek...
Yaptırım gücü olan bir görev edinmek için, devletin bir kurumuna müracaat ettim. İlk tepki, yakın çevremden geldi!..
“Ne gereği var? Kendine düşman mı edineceksin? Bol bol küfür işiteceksin!...” gibilerinden.
Tamam, söylediklerinde yerden göğe kadar haklılar, ama eğer bu ülkede yaşıyorsak, eğer bu toplum içerisinde hepimiz birer bireysek, hepimizin üzerine düşen bir takım sorumluluklar, bir takım yükümlülükler yok mu?
Elbette var. Aslında hepimiz birey olarak karşımızdakinden birşeyler beklemek yerine, kendimizi düzeltip, her birimiz üzerimize düştüğü kadar elimizi taşın altına koysak, bu ülke herşeyiyle düzelir... Ama o bilinç düzeyine ulaşabilmemiz için daha çok fırın ekmek yememiz lazım.
Bu nedenle, birey olarak kendimizi düzeltmek yerine, sürekli olarak karşımızdakinin düzelmesini istiyoruz. Çünkü, böylesi daha kolayımıza, daha işimize geliyor.
Tabii ki bu müracaat ettiğim iş olursa kendini bilmeyenler küfür edecektir. Ama bu dangalaklar var diye de bu güzelim ülkeyi böylesine dangalaklara mı teslim edelim?
Nazım Hikmet’in dediği gibi;
Sen yanmasan/ben yanmasam/karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa...
Hepimiz, haklarımızın hukukumuzun ne olduğunu bileceğiz ki, refah toplumu olacağız. İnşallah tabii ki...