Dersim’iz Vicdan
Adını koyalım: Kimse zulmün yanına koymak istemez vicdanını. Koysa bile orada rahat durmaz vicdan.
Er Ryan’ı Kurtarmak
filmindeki o kısa sahnenin anlamını sonra fark ettim. Askerler savaşmaktan yorgun düşüp eski bir eve sığınırlar. Galip gelmek umurlarında değildir; biraz olsun nefes almak, korkusuz ve saldırısız birkaç dakika geçirmektir arzuları. İşe bakın ki, karşı tarafın askerleri de aynı ihtiyacı duymuştur. Onlar da öncekilerden habersiz aynı eve sığınır. Farklı odalara. Şimdi iki manga düşman asker birbirlerinden korktuğu için, aynı duvara yaslanıp dinlenmektedir. Duvarın arkasında savaşmak istemedikleri askerler vardır. Ancak sağlam değildir duvar. Neyse ki “düşman” askerlerinin yaslanarak verdiği destek sayesinde yaslanılır hale gelmiştir. Herkesin keyfi yerindedir. Birbirlerinden kaçarak birbirlerine sığınır askerler. Kamera plonjon yapar, duvarın iki yanına yaslanmış askerleri görürüz; yorgun argın. Savaşın tuhaflığı daha bir belirginleşir kameranın gözünden.
Ama olan olur; askerlerden biri fazlaca abanınca duvarın bir köşesi yıkılır. Birbirlerine “görünür” olur taraflar. Silahlar çekilir. İki taraf da birbirini teslim almaya kararlıdır. Fakat hiçbiri teslim olmaz. Silahlar rastgele patlar. Olan her iki tarafa olur. Ölüm teslim alır tarafları.
Oysa birbirlerini görmeme konusunda gizli anlaşmaları vardı. Ama tuğla düşene kadar.
Bir süredir olan biteni seyrediyorum. Devlet ile vatandaş arasındaki resmi tarih duvarından Dersim tuğlası düştü. İdeolojinin “ben yapmadım” dediği, vatandaşın “devletim temizdir” dediği o gizli anlaşma bitti. Resmi ideolojinin elindeki “vahşet” vatandaşa görünür oldu. Vatandaş “devletim” deyip bağrına bastığı ideolojinin bombaları altında parçalanabileceğini gördü.
Taş düştü. Peşi sıra diğerlerini de getirecek. Ülkenin yakın tarihinin nice Dersim’lerle dolu olduğunu göreceğiz. Devlet ile halkı birbirinden saklayan “resmi tarih” yaslanarak çatışmayı geçiştiremeyiz. Ortalık toz duman.
Dersim için özür dileyen başbakan bir adım daha atıp Kurtköy Havaalanı’nın ismini değiştirse meselâ, biliyor ki sonrasında iş Yeşilköy’e dayanacak. Sabiha bombaladıysa, bombalatan da var, değil mi ama! İş Yeşilköy’e dayanırsa, her odaya yasa icabı astırılan resimlere, her meydana mecburen dikilen heykellere sıra gelecek. Sonra o resim ve heykellerin dikenlerin, diktirenlerin isimleri namlunun ucuna sürülecek…
Şu anda duvardan düşen taşı sanki arkasında bir şey yokmuş gibi ustaca ve usulca yerine koymaya çalışıyoruz. Her iki tarafa da anlayışla bakmak zorundayız. Biraz empati! Anlaşılan o ki yorulmuşuz; çatışmaya vaktimiz yok. Her iki tarafın da umurunda değil kazanmak, biraz dinlenmek istiyorlar. Sadece dinlenmek.
Başbakan’ın özür dilemesini bile “işimize bakalım” sadedinde bir geçiştirme/erteleme teşebbüsü olarak okumak niyetindeyim ama neyse…
Sanıyorum duymuştur Başbakan şu ünlü Afrika atasözünü: “Timsahın kuyruğunu tutma, tuttuysan bırakma…” Bir ara tutar gibi olduk ama sakince bırakıyoruz kuyruğu… “Yok, yok, valla tutmadım. Şaka, şaka; sen işine bak.”
O sahneyi isterseniz bir daha seyredelim. Yok muydu düşman askerlerin başka seçenekleri? Vicdanlarına kadar inip, ihtiyaçlarını mertçe söyleyip bir süreliğine savaşı askıya alamazlar mıydı? Almadılar; çünkü birbirlerinin vicdanlarına güvenmiyorlardı. Kendi vicdanlarına başvuracak vakitleri yoktu.
Öldüler. Aptalca öldüler hem de…
Şimdi ne kadar da ihtiyacımız var vicdanımıza. Yaşamak için… Hem de onurla yaşamak için.
“Ya öldür ya öldürüleceksin” seçeneksizliğinden başka bir çıkış yolumuz var. Vicdanlarımızın yanında durmak. Adını koyalım: Kimse zulmün yanına koymak istemez vicdanını. Koysa bile orada rahat durmaz vicdan.
İş bu kadar basit. Yüzümüzü siyasi maskelerden temizlediğimizde, yüreğimizi taraftarlık hesaplarından arındırdığımızda, geriye duru bir duruş kalıyor: Katliamın karşısına koymak vicdanını. İster Dersim’de yapılsın ister Sivas’ta. İster adına Sünni denilenler Alevi diye bilinenlere yapsın, ister adına Alevi denilenler Sünni diye bilinenlere yapsın, fark etmez. Bin dereden su getirmeye, iplere un sermeye ne hâcet! Onlar isyan ettiydi de, Atatürk hasta yatağındaydı da, Seyyid Rıza İngiliz ajanıydı da… Velev ki hepsi doğru olsun; velev ki devletin devletçe “haklı” bir gerekçesi olsun, durup dururken, hiç ortada mecburiyet yokken, hiç elini bile bulaştırmamışken, tek bir kadının bile rahmindeki çocukla bombalanmasının yanında nasıl olabilirsin? Niye olursun? Sana ne kârı olacak zulmün ateşine dilinle odun sürmenin?
“Sen asıl Çorum’dan, Maraş’tan, Sivas’tan özür dile…”ler uçuşuyor havada. Hangi vicdan Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta insanlara yapılanı hoş görmek şartıyla, Dersim’de yapılanı nahoş görebilir ki? Yoksa sen Dersim’de edilenleri nahoş görmeyi Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yapılanı nahoş görme şartına mı bağlıyorsun?
Hiç geç kalmadan “nahoş” gör zulmü? Vicdanını zulmün karşısına yerleştir mertçe. De ki, “Ben beriyim Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Karabağlar’da insanlara yapılandan. Tarafı değilim sözüm ona benim tarafım hatırına yapılanların…”
Hem sonra, Sünnilik “Alevi” karşıtı olmaktan ibaret midir de; Alevi’lere edilen her zulümden ben Sünni olarak sorumlu tutuluyorum? Hem sonra, Alevilik sırf Sünni düşmanı olmak mıdır ki, Sünnilere yapılan her türlü kıyımdan Alevilik sorumlu olsun. Gerçek şudur; insanlara kıyabilen, sırf mezheplerinden ötürü düşman olanlar ne Sünnidir ne Alevi. Bu tür eylemlerin öznesini ben “faşist” diye biliyorum. Faşizm kime kimden gelirse gelsin, vicdanımı derhal karşı tarafa yerleştiriyorum.
Nasıl da kendimizi bizim dışımızda tanımlanmış, bize sormadan ilan edilmiş savaşın tarafı yapıyoruz değil mi? Şimdi ben Türk’üm diye, Ermenilere Türklerin yapmış olması muhtemel zulmün yanında mı durayım? Şimdi ben Ermeni’yim diye Ermeni çetelerinin Anadolu’da yaptıkları kıyımların yandaşı mı olayım? Şimdi ben Türk’üm diye Türk devleti adına Kürt köylülere “yasal terör” uygulayan görevlilerin kurşunlarının ve tanklarının arkasında mı durayım?
Hani nerede insafımız? Nerede vicdanımız?
O vicdan sana ebediyen lazım olacak, dostum. Türk vatandaşlığından çıkıp üzerine taş dikildiğinde orandan sorgulayacaklar seni. Ömrü tüketip Kürt ya da Türk olarak toprakta eşitlendiğinde arkanda ordunu bulamayacaksın. Onca zulme sırf taraftarlık adına sahip çıkıp dilini bulaştırdığında, senden önceki zalimler gelip de kurtaramayacaklar seni? Belli ki başları bela da olacak…
Diyeceğim o ki vicdanını devletin elinden kurtar, özelleştir. Ne devletinin kefili olmak zorundasın ne siyasi geleneğini utandırmamak diye bir görevin var. İzin ver kendine, özür dile. Rahatla. Ödeyeceğin bir bedel yok; korkma. Harbi ol, ciğerimi ye!
Vicdanını devletleştirirsen, devletini vicdan sahibi kılamayacaksın!