Dersim Katliamı -I- İNÖNÜ’nün Öfkesi
Dünyada genellikle kendine güvenmeyen devrimler/inkılâplar reddi miras yaparak yeni rejimin temellerini atarlar. Kendine güveni olmayan yeniler, önceki rejime ait her ne varsa bir çırpıda kötüleyip lekelerler.
Türkiye cumhuriyeti etnik temeli olmayan Osmanlı imparatorluğunun bakiyesi bir devlet olarak kuruldu. Öyle ki Osmanlı imparatorluğunda Müslüman olmayanların yönetimde görev sahibi olmalarının önünde hiçbir engel yoktu. Keza Osmanlının en önemli görevlerini Müslüman olmayan saraya yakın isimlerin sürdürdükleri de bir vakıa.
Ne zaman ki Cumhuriyet kuruldu artık yeni konseptin temelleri de atıldı. Bu konsept güvenlikçi, ulusçu, baskıcı anlayışla hazırlanmıştı. Yönetimde etnik köken, din, mezhep ve dünya görüşü kategorize edildi, hatta kategorize edilmekle kalınmadı, bazılarına şüpheyle bakıldı ve düşmanlık esas alındı; işte, o zamandan beridir sorunlar bizim bırakmadı.
Müslüman dindarlara hilafet yanlısı-şeriatçı/gerici, Alevilere Kürt, Yavuz Selim’den beri potansiyel asi! gözüyle bakılmış, Kürtler bölücülüğe meyyal olarak addedilmiş, Rumlar Osmanlı’dan ayrıldıkları için zaten “öteki” şemasının en başında yerini almıştı. Velhasılı kelam genç cumhuriyetin kurucu aklı “öz Türk” olanlar dışında herkesi düşman algılamıştı.
Bu yazımızda Alevileri, özellikle de Dersim Alevilerinin cumhuriyet döneminde uğradıkları acı gerçeklerinin nedenlerine değineceğiz.
1923 yılında Cumhuriyetin kurulmasından önce ve özellikle Kurtuluş Savaşı süresince misak-ı milli sınırları dâhilinde ciddi bir ötekileştirme yaşanmamış, herkesimi kucaklayan bir anlayış hâkimdi. Cumhuriyetin ilanından sonra özellikle İNÖNÜ’nün her kesimi “Türkleştirme sevdası” Doğu’da yaşayan Kürtleri ve Alevileri oldukça rahatsız etmişti. Daha cumhuriyetin kuruluşu ile Türkleştirme operasyonuna hız verilince yüzyıl sürecek Alevi ve Kürt sorunu da başlamış oldu.
1921 anayasasında bölgelerle ilgili âdemi merkeziyetçi bir anlayış hâkimdi. İzmit basın toplantısında ATATÜRK Ahmet EMİN YALMAN’a verdiği cevapta (16–17 Ocak 1923) “Kürt meselesinin yerel özerklikle çözüleceği”ni ifade etmiştir. Ancak 1924 anayasası ile ülke tam bir merkeziyetçi idare tarafından idare edilmeye başlanmıştı. Doğrusu ATATÜRK’ün bu düşüncesini neden terk ettiğini tam olarak bilmiyoruz.
Bu süreçte meydana gelen Şeyh Said Palevi hareketi (Şubat–1925) Cumhuriyet hükümetinin Kürtlere ve Doğuya bakışını ve baskısını daha da keskinleştirmiştir. Bununla beraber artık döneme damga vuran ve ATATÜRK’ü ciddi şekilde etkileyen DEVLET RAPORLARI devreye girmektedir.
Raporları hazırlayanların daha sonraki dönemlerde de göreceğimiz gibi farklı iki siyasi akımın damgası görülmektedir. Burada Celal BAYAR’ın hazırladığı raporlar soruna silahsız çözümü esas alırken F. ÇAKMAK, RENDA, İNÖNÜ ve siyasi olarak bu iki isme yakın olanların raporları ise sorunu güç kullanarak bastırmayı esas almaktadır. Burada amacım kesinlikle BAYAR’ı temize çıkarmak değildir. BAYAR hiçbir günah işlemese de DERSİM’e müdahalede imzasının bulunması ona yeter ve artar bile.
Burada acı olan bütün raporların hedefinin “Türkleştirme” amaçlı olmasıdır. Öyle ki bunu kabul etmeyenlerin “hizmetçi ve köle olma” dışında bir şansları bulunmamaktadır.
Ne demişti Mahmut E. BOZKURT; “Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların bu vatanda tek bir hakkı vardır; hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”
Bütün bunların asıl amacı ve hedefi ulus devlet kurmanın temellerini –gerekirse kan ile- atmaktı. Etnisiteye dayalı devlet kurmanın Türkiye’deki versiyonu böyleydi. Ne demişti İNÖNÜ;
“Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Ya Fevzi ÇAKMAK’a ne demeli? Bakın ÇAKMAK o günlerde nasıl bir öneride bulunuyor;
“Dersim evvela koloni (sömürge) gibi ele alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da aşamalı öz Türk hukukuna tabi tutulmalıdır.”
Neyse, uzattığımın farkındayım ve şimdi ehli insaf ve akla sesleniyorum;
Böyle bir anlayışı –vazgeçtim insanilikten, ahlakilikten, vicdanilikten, kardeşlikten- siz hangi kalıba sığdırabilirsiniz? Böyle bir anlayışla barış içinde, kardeşçe yaşama şansınız olabilir mi? Şeyh Said ayaklanmasa da, Seyyid Rıza olayı olmasa da, neticede Türkleşmediğiniz müddetçe hayat hakkınız bu denli kısıtlandıktan sonra nasıl huzur içinde beraber yaşabilirsiniz? Lütfen M. E. BOZKURT’un yalnız ve etkisiz olduğunu düşünmeyin. Bu anlayışı bugünlere taşıyanlar bunların temsilcileri değil mi? Hatırlayın orgeneral Aytaç YALMAN’ın “bizler o dönemde Kürtler yoktur diye eğitilmişiz. Kürtleri Türklerin bir kolu olarak görüyoruz” itirafını. Bu sözler daha birkaç yıl önce söylenmişti. İNÖNÜ’nün, 1924’te Meclis başkanı olan Abdulhalik RENDA’nın “Kürtleri Türkleştirelim” tezi de ayrı bir örnektir.
Netice itibariyle Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun üzerinden 15 ay geçmişti ki Şeyh Said olayı başladı. 1925–1938 yılları arasında 17 isyan gerçekleşmiş ise yetkililer kendilerine “nerede yanlış yaptık” sorusu sorulmalıydı. Unutulmaması gereken çok önemli bir şey var;
Neden ülkenin en zayıf olduğu Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde hiçbir isyan olmadı sorusunun cevabıdır. Zira ayrılmak isteyenler en zayıf dönemi seçerler…
Gelelim Dersim Hadisesine;
Türkiye tarihinin acı ve de o kadar karanlık vadisinde akmakta olan kan Dersim’38 yarasından akan kandır. İşte bu kan bu aralar acı ve elem debisini arttırdı.
Bu güne kadarki tarih çalışmaları-ki bunların sözlü olanı evla idi- yazılan anılar, yapılan araştırmalar, romanlar, şarkıların tümü yaşanan bu acı olayın üzerindeki perdeyi aralamaya yöneliktir.
Önce şunu ifade eldim ki cumhuriyet döneminde 1919–1925 arası Kürt varlığının kabul edildiği, 1925–1950 yıllarının inkâr ve asimilasyonun esas alındığı iki önemli evre vardır.
Şeyh Said hareketinden Seyyid Rıza hareketine gelinceye kadar 16 isyan/başkaldırı olayı gerçekleşmiştir. Acı olan her isyan sonrası güvenlikçi anlayışın daha da sertleşerek devam etmesidir.
Aslında Dersim olayının bu kadar acı bir sonla bastırılmasının dönemin yetkililerinin uğradıkları hayal kırıklığı olduğu kanaatindeyim. Zira dönemin aktörleri (RENDA-İNÖNÜ) “Alevilerin daha erken Türkleştirilebileceğini” düşünmüşler ve Seyyid Rıza olayıyla birlikte bu hayallerinin gerçekleşmeyeceğini fark etmenin öfkesini Dersim üzerine bomba olarak yağdırarak dindirmişlerdir. Buna İNÖNÜ’nün paranoyasını da eklersek bu zalimliğin sebeplerini de net bir şekilde öğrenmiş oluruz.
İNÖNÜ;
“Erzincan Kürtleşirse Kürdistan kurulabilir” derken Erzincan’ın Alevi nüfus ve nüfuzuna da dikkat çekmiştir. Dersim’in Alevi nüfuzunun Erzincan’ı rahatlıkla etkileyeceğini düşünen imhacılar, Dersim olayıyla birlikte bu paranoyalarına yenik düşüp tarihte çok acı izler bırakan Seyyid RIZA’nın idamını gerçekleştirmişlerdir.
Bir başka yazıda da Dersim olayı sürecinden bahsedeceğiz.