Dersim Bir Goya Tablosudur!
İlk hangi kitabın üzerinde görmüştüm o resmi, hatırlamıyorum ama o gün bugündür hala belleğime kazılıdır. O resim, İspanyol ressam Goya’nın 1814 yılında yaptığı,“Kurşuna Dizilenler” tablosudur. Resimden pek anlamam, dolayısıyla bu resmi değerlendirecek sanatsal kültürüm yetersiz. Ancak o resimde acının, korkunun, direnişin ve onurun hikâyesini okuyabiliyorum. Goya’nın tablosunun değeri de, işte tam bu noktada ortaya çıkıyor: Ölümü, öleceklerin gözlerinde anlatıyor.
Ne zaman toplumların tarihinde katliamlarla ile ilgili bir şeyler okusam, dinlesem bu tablo gelir gözümün önüne. Katledilen Ermeniler, Nasturiler, Rumlar, Müslümanlar, Yahudiler, Bosnalılar, Kızılderililer, Ruandalılar; hangi kimlikten olursa olsunlar, katilleri ve kurbanlarını o tabloya yerleştiririm. Orada ölümün gözlerini görürüm ve vicdanım tetiklenir. Hiçbir şey, ama hiçbir şey bir katliamı mazur gösteremez!
Ölüm üzerine konuşmak; belki de en zoru bu olmalıdır.
Ama biz çok rahat yazıyor, çok rahat konuşabiliyoruz!
Çünkü biz ölümden uzağız ve o katliamlar çoktan yapılmış!
Bütün bunlara rağmen katliamlara ilişkin konuşurken, yazarken dikkatli ve özellikle vicdanlı olmak, insan olmanın asgari gereğidir!
Ne kolay telaffuz ediyoruz değil mi, bilmem kaç Ermeni ölmüş, Dersim’de bilmem kaç kişi ölmüş, Bosna’da bilmem kaç Bosnalı katledilmiş: 5 bin mi, 50 bin mi, 500 bin mi, 1 milyon mu?
Niye bu kadar zalim olduk?
Niye bu kadar ötekilerinin acılarına uzak olduk?
Niye bu kadar kör bir kimlik övüncüne tutulduk?
Niye bu kadar salaklaştık?
Evet, bu kelimeyi bilerek yazıyorum; kimlikçilik bataklığında debelenen birer salaklar sürüsüne çevrildik!
Bunun birinci nedeni ulus devlet projeleridir!
Ulus-Devlet, insan aklına vurulmuş bir prangadır ve dahası, teklik anlayışı nedeniyle vicdanın da cellâdıdır!
Dersim bir Goya tablosudur!
Dilerim Dersim’in de bir Goya’sı çıkar ve “Düzgün Baba” türküsünü mırıldanarak Dersim Tertelesinin tablosunu yapar. Tıpkı, Aşil Gorki adlı Vanlı Ermeni ressamın 1915 Van katliamlarını eserlerine yansıttığı gibi!
Bırakın büyük tarihi lafları, büyük siyasi tavırları; asıl olana, öze gelin; yani insana, hayata ve ölüme!
Sakin bir yere gidin, yalnız kalın veya yatağınıza yatın, ışığı söndürün.
Düşünün…
Bir köyde yaşlı genç, çoluk çocuk bir ahıra doldurulmuş. Ahır ateşe verilmiş, içerden insanların haykırışları ve hayvanların böğürtüleri geliyor!
Çatır çatır insanlar, atlar, inekler, koyunlar yakılıyor!
Ve hatta bu yakmalardan birinde içeriye bütün yalvarmalarına rağmen köyün öğretmeni de tıkılıyor. O yangın esnasında dışarıya kaçmak isteyen o kişi, kalaslara ateşin içine itiliyor.
Dersim harekâtı öncesi bölgeye gidecek askerlere verilen talimlerden biri de, bir köy, bir ev nasıl yakılır, gaz tenekeleriyle ıslatılan paçavralar nerelere konulur, nasıl ateşlenir?
Düşünün…
50’şe 100’er kişilik kadın ve çocuklardan oluşturulan gruplar makineli tüfeklerle taranıyorlar. Ortalığı haykırışlar, barut ve kan kokusu sarıyor.
O çocukların, kadınların çığlıkları Dersim dağlarını inletiyor!
Düşünün…
Gruplar halinde kadınlar, karşılarına makineli tüfekleri kuruyorlar.
Kadının birisi diğer kadınlara şöyle diyor: Kurşun değene kadar sakın düşmeyin! Dik ölün! Çünkü askerlerden namusumuzu korumak için ölmemiz şart!
Biliyorlar neyin ne olduğunu ve nice kadınlar uçurumlardan atıyorlar kendilerini.
Düşünün…
Bırakın yetişkinleri, bu katliamlar kadınlara, yaşlılara ve çocuklara uygulanıyor.
Haydi Dersim isyandaydı, haydi Dersim eşkıyaydı; peki, ne istendi küçücük çocuklardan, kadınlardan ve yaşlılardan?
Katliamlar da bize gösteriyor ki, orada doğrudan bir yok etme politikası uygulanıyor.
Şimdi sonuca geliyorum: Haydi diyelim ki sen isyan ettin devlete, çıktın dağlara. Bu durum senin çoluğunun çocuğunun, ananın babanın, karının kızının katledilmesinin gerektirir mi?
Kaldı ki, böyle bir isyan da yoktur!
Düşünün bu nasıl bir zalimliktir?
Ve sonra üç şeye müracaat edin: Vicdanınıza, aklınıza ve Allah’ınıza!
Dersim, ulus devlet anlayışının kanlarıyla çizilmiş bir Goya tablosudur.