Dershane Olayı ‘2. Gezi’ mi?
Dershaneler üzerinden yürüyen tartışmada kılıçların ne kadar keskin olduğunu bir kez daha gördük.
Keskin olan şey kılıçlar olsa iyi. Nihayetinde kan akar, pıhtılaşır ve durur. Oysa kanı hiç pıhtılaştırmayacak olan dilin ölçüsüzlüğü…Bu konuda kim haklı, kim haksızdan ziyade, yürütülen savaşta kullanılan araçlar, dolayısıyla üslup ve hedeflenenler daha önemli.
Bu süreçte özellikle ‘camia’ taraftarı medya mensuplarının tercih ettiği dil, aklıselimden ziyade mecburi bağlılık çaresizliği gibi!
Bizi buraya sürükleyen şey; ‘tebaa kültürü,’ koşulsuz itaat’ ve ‘şartsız evet!’ten başka bir şey değil.
Bu sorun aslında sadece ‘camia’ mensuplarına özgü bir sorun da değil. Bu ülkenin son asırda yaşadığı en kronik sorun, tam da bu işte.
‘Kendi tarafının her zaman mutlak doğru, diğer tarafların mutlak yanlış’ta olma saplantısı.
Bunu aşmanın yolu ise ‘özgür’ ve ‘özgün’ olabilmekte, ama başarmak öyle kolay değil!
Önce size gem vuran önyargılarınızdan arınabilmeniz gerek ki, meseleleri akıl, vicdan ve adalet süzgecinden geçirebilesiniz.
Kişilerin bir cemaat, bir parti, bir tarikat ya da adı ne olursa olsun bir yapıya mensup olmalarında bir beis yok elbet. Sorunlu olan şey, bu yapıları ve oluşumların araçlarını mutlaklaştırmak…
Bu psikozdan da kurtulmak kolay değil…
‘Camia’ olarak yeniden adlandırılan ‘cemaat’in, dershaneleri ‘tabu’laştırması ve kapatma girişimini kendilerine karşı bir “operasyon” olarak algılaması, içine düştüğümüz bu paranoyanın ürünü olsa gerek.
Ancak şu da bir gerçek ki, MİT hadisesi, devlette iki iktidarın olamayacağını göstermesi açısından bardağı taşıran bir damlaydı. Ama detayları kamuoyunca pek bilinmese de evvelinde, özel öneme haiz bazı bürokratik kademelerin özellikle de adlî ve istihbarat birimlerine yönelik anlaşmazlık söz konusuydu.
Şimdi gelinen noktada ‘Tayyip bey, dershane operasyonu için Oslo’da talimat aldı’ ya kadar giden vicdan süzgecinden geçirilmemiş yorumlar, bunun basit bir kampanya olmadığını gösteriyor.
Bir kaç gün evvel bu işleri iyi bilen bir dostumla, daha sıcaklığını koruyan ‘gezi kalkışması’nın arka planını konuşuyorduk. Konu ister istemez dershane tartışmalarına geldi. Kendisine ‘gezi kalkışması’nın, -gizemli yapısı çok az kişi tarafından bilinen- ‘Sun Örgütü’nce emredilip, ‘Tavistock Enstitü’sü tarafından organize edildiğini söylediğim de, beni teyit etti ve “dershane girişimini bundan bağımsız düşünebilir miyiz” siye sordu.
“Yok, artık daha neler” dediğim de, “bu iş, illa cemaati yönetenlerin bunlarla bağlantılı olduğu anlamına hiç gelmez. Ama bu kadar geniş bir örgütlenmeye sahip bir yapının içine girebilecek sızmaları göz ardı edebilir miyiz?” dedi.
“Elbette ihtimal dışı değil” diye ekleyip, “Bu dil kardeşlik dili değil, Tayyip beyin geri adım atmayacağını bildikleri halde, tüm mermilerini neden harcıyorlar o zaman?” dediğinde, diyecek makul bir cevap bulamadım.
“Hedef Tayyip Bey mi?” dedim.
Süleyman Soylu ve Numan Kurtulmuş’un Ak Parti’ye katılmalarının bazı hamleleri zayıflattığını, Gül’ün görev süresi dolduğunda iç siyasete veda edip, BM veya NATO genel sekreterliğine getirilebilme ihtimalinin de bazı planları bozduğunu, ekledi dostum.
Gerçi bu ihtimali yıllar önce bu fakirde dile getirmişti ama henüz erkendi ve ben kendisi ile bu fikrimi hiç konuşmamıştım. O ise “BM’ye hiç Müslüman genel sekreter getirilmedi. Güvenlik Konseyi’nde de Müslümanlar temsil edilmiyor. 20 kadar Müslüman ülke, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısını tartışmaya açtı. Bu sorgulama, kurgulanmış BM için ciddi bir tehdit. Bu nedenle Gül’ü genel sekreter yaparak süreci uzatmak istemeleri zor bir ihtimal değil” dedi, bu kez.
Ne zaman ki işte hedefe biraz daha yaklaştık dediğimizde, hep bir sorunla karşılaşmak Müslümanların dünyadaki imtihanları olsa gerek.
İnsan, ‘biri kardeşkanı mı istiyor?’ diye sormadan edemiyor. Yoksa bazılarımız, feraset yoksunluğu yüzünden bu basiretsiz savaşa odun mu taşıyor?
“Allah encamımızı hayretsin” diyeceğim ama etmeyeceğini biliyorum. Etmesi için bizim Allah’a yardım etmemiz lazım, bizse Allah’a değil başkalarına yardım ediyoruz sanki.