Depremlerdeyiz…
Hani bir laf vardır halkımızın arasında; “ Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın” diye… Seçimlerin yaklaştığı şu günlerde yine çirkin tezgâhlar kurularak mide bulandırmaya başladı…
Hep merak etmişimdir, komplo teorilerinin üretildiği ve hayata geçirildiği sanal komuta merkezini… Yurt içinde midir, yurt dışında mıdır? Kimdir? Arkasında hangi güçler vardır? Neyse bunun kokusu da bir gün çıkar hep birlikte duyarız… Biz Türkiye’deki depremleri bir kenara bırakalım şöyle Japonya’ya bir uzanalım. Başlarına gelen son felakete yürekten üzüldük. “Vah! Vah!” lar arasında depremin ardından “Liman Dalgası” diğer adıyla “Tusunami” yi dehşetle izledik ve duygudaşlık yaptık… Hemen aklıma 17 Ağustos 1999 yılında meydana gelen Gölcük Depremi’ni anımsadım… Gecenin tam ortasıydı. Bursa’da şiddetli sarsıntıyla uyandığımda, okul döneminde bize öğretileni yapıp, kapı altında oğlumu sımsıkı sararak dünya ile ilişkisini keserek “Allah! Allah!” diyerek 45 saniye süren yalpalanışımızın bitmesini korku ve yer altındaki hayaller arasında bekledim. Sarsıntı bittiğinde hep birlikte dışarıya çıktığımızda çığlıklar kulak delercesine geceyi yarıyordu… Ve ertesi gün acı haber, yurdun her yerine yayılıyordu…
PTT’de çalıştığım dönemlerde depremin ertesi günü Yalova’ya görevli olarak gittim. Orada artçı sarsıntılarla birlikte yakınlarını kaybeden arkadaşlarımıza destek verdik. Şehre girdiğimizde binaların biri var diğeri toz bulutları içinde yerle birleşmiş, dumanlar acılarıyla birlikte gökyüzüne yükseliyordu. Herkes enkazın çevresinde yakınlarının şah damarının atışını sabahın serinliği ve Marmara Denizi’nin hırçın dalgaları arasında umutla bekliyordu. Çığlıklar alabildiğinde şehirde yankılanmaya devam ediyordu. Yana yatmış koca binanın yanı başındaki enkaz yığınına yaklaşıp olup bitenlere bakıyordum. Gözüm üzerinde gülen bir bebek resminin olduğu bisküvi kutusuna iliştiğinde, oğlum aklıma gelip gözlerimdeki yaşla birlikte kendimi deniz kenarındaki banklara bıraktım… Uzaklara baktım, baktım ve yine baktım…
Sonuçta 7.2 şiddetindeki deprem, resmi rakamlara göre 17.480 ölü, 23.781 yaralı, 505 sakat, 285.211 konut ile 42,902 iş yeri hasarı, yine resmi olmayan kayıtlara göre de 50 bin ölüydü…
Depreme önlem alan ülkeleri hepimiz biliriz. Ya Japonya, ya da Şili’dir. Bakın size birkaç deprem sonuçları;
14 Haziran 2005’de Şili, 7,9 şiddetindeki depremde ölen 11 kişi,
25 Mart 2007’de Japonya’da 7.1 şiddetindeki depremde ölen yalnızca 1 kişi.
Peki, bizim gibi aynı kaderi paylaşan Pakistan’da meydana gelen 7.6 şiddetindeki depremde kaç kişi öldü dersiniz? Tam 73 bin kişi…
Sizce kader mi? Yoksa önlem alınmayan kadersizlik mi? Biz hala neyin peşindeyiz? Marmara Depremi adım adım yaklaşırken ülke olarak neler yapıyoruz? Yaptıklarımız yeterli mi? Bilinçli bir halk kesimi yaratabildik mi? Gölcük Depremi’nin ardından birçok bilim adamı TV’lerde konuştu. Halkı aydınlatmaya çalıştı. Depremde yapılması gerekenleri anlattı. Binaların güçlendirilmesinden tutun, yeni binaların depreme dayanıklı yapılmasını, evimizdeki eşyaların sabitlenmesini ve deprem çantasının hazırlanması ile deprem toplanma merkezlerinin oluşturulmasını anlattılar. Şimdi soruyorum hanginiz bu uyarıları yaptı? Binanızın depreme dayanıklı olup olmadığını kontrol ettirdiniz mi? Yoksa içini mi güzel döşediniz? Eşyalarınızı elinize bir matkap alıp, sabitlediniz mi?
Bursa’da çalıştığım ve birçok kez depremi de yaşadığımız 10 katlı binamızı Bayındırlıktan kontrole gelmişlerdi. Yetkiliye “ Bursa’da şiddetli bir deprem olsa, binaların durumu ne olur?” diye sorduğumda. Yetkili düşündü, çayından bir yudum aldı ve “ Fifty, Fifty” yanıtını verdi.
Geçenlerde Bursa Devlet Hastanesi’nde yatan, güzel yorumuyla şiirler dinlediğimiz ve ENSADER DERGİSİ’nde (Engelli Sanatçılar Derneği) birlikte köşe yazdığımız Sabahattin ABİ’nin ziyaretine gittiğimizde Dernek Başkanı Ayhan Zenbilci’yi tekerlekli arabaya oturtup kapıya yaklaştığımızda, sakat giriş kapısının kilitli ve önüne araç çekildiğini gördük. Güvenliğe tepki gösterip “Neden kapalı?” diye sorduğumuzda, aldığımız yanıt kaçamaktı…
Yine dernekten bir arkadaşımız, Alman eşi, çocukları ve akıllı olmaları ile bilinen ve saldırgan olmayan Golden Retriever cinsi köpekleriyle caddede yürürlerken arkadaşımız köpekten korkanları önlemek adına köpeğin önüne geçerek yürümeye başlamış.. Bu arada arkadaş mesafeyi biraz açınca, arkadan gelen bir kızın “Anne Köpeeeek!” çığlığına baktığında, Alman Eşi, köpeğine; “Korkma kuzum, korkma insan” diye köpeklerini teskin ediyormuş… ( ! )
Bu iki olayı neden anlattım. Birçoğunuz depremle ne alakası var, diyebilir. Şimdi depreme önlem alan ülkelerdeki ölüm oranları ile bizim gibi ülkelerdeki ölüm ve yaralı sayısını bir karşılaştırın ve yukarıda anlattığım iki olayla Pisagor bağlantısını kurun, sanırım nerede hata yaptığımızı anlarsınız.
Biz hala siyasi çekişme içinde bir birimizi yemeye ve yok etmeye emperyalist ülkelerin ağız şapırdatması arasında devam ediyoruz. Kısır çekişme arasında deprem başta olmak üzere birçok önemli konuyu hasıraltı edip, karşımıza çıkacak felaketin boyutunu aklımıza bile getirmeden yaşamak istiyoruz.
Sanal’da hissettiğimiz ve ortada görünmeyen “Komuta Merkezi” bunları da düşünüyor mudur? Bir birimize kenetlenmek için illa büyük felaketler mi lazım?
Sahi unutuyordum, hadi gözünüz aydın “Aile Hekimliği”nden sonra “Aile İmam”ı da yoldaymış… Güzel, sevindim. Onlara ilk danışacağım konu: “Dini alet edip, insanları aldatarak nemalanların Kuran’daki yeri” olacak… Aslında bize birde acilen “Aile Avukatı” lazım. Yalnız tutacağımız avukatı, devlet değil de hekimlerde olduğu gibi özgürce seçme hakkımızı kullanarak tutarsak, hiç de fena olmaz…
Ne dersiniz?
Bu haftalık da sağlıcakla kalın…
Ertuğrul Erdoğan
13 Mart 2011/Bursa