Bu yıl içerisinde önemli ve tarihi iki yasal düzenleme yapıldı. Birincisi, RTÜK Kanununa eklenen bir madde. İkincisi, önceki gün yasalaşan ‘insanların kobaylığına izin veren’ ve 6212 sayılı Biyotıp Araştırmalarına İlişkin İnsan Hakları Kanunu. Bu kanunun tasarısı, 6 Nisan 2007’de gelmiş Meclis’e. 1. Erdoğan kabinesine ait bir tasarı. Aslında GDO yasası olan ‘Biyogüvenlik Yasası’ gibi adı çok masum ve hatta ilgi çekici. Oysa içeriği?
RTÜK Kanunu ’nun 11. maddesi, televizyonlarda her türlü alkol ve tütün ürünlerinin reklâmını yasaklarken, en az alkol ve tütün kadar tehlikeli olan ilaç reklâmını serbest bırakıyor. Bu madde; reçete ile satılan ilaçların reklâmını yasaklarken, reçetesiz satılan ilaçların reklâmını ise serbest bırakıyor.
Gerekçe: “AB Görsel-İşitsel Medya Hizmetleri Yönergesi’ne uyum.” Bakkalda satılan ilaçların bile üzerinde ‘reçete ile satılır’ yazar. Ama bu kurala uyulmaz. Bedelini ödediğiniz de market rafından gıda alır gibi istediğiniz ilacı alabilirsiniz.
Bu ülkede insanlar ne ilaçların üzerinde yazılanları, ne de gıdaların etiketlerinde yazılanları anlarlar. On yıllardır her dönemde ilaçların prospektüslerinin Türkçeleştirileceği söylenir durulur. İnsanların anlayacağı şekilde yazılmaması elbette bazı çevreleri mutlu ediyor. Nedendir bilinmez ama ‘yaparmış gibi yapılıp' sumen altı edilmesi âdeta bir gelenek.
73 milyonu kobay yapacak olan ‘Biyotıp Araştırmalarına İlişkin Kanun’ şu an Cumhurbaşkanı’nın onayında. Onaylarsa ‘gönüllü’ kobaylığın yolu açılmış olacak.
İlaçların farelerde denendiğini herkes bilir. Şimdi sıra insanlarda... Hiç kuşku yok ki, her canlının yaşama hakkı var. İnsan sağlığı içinde olsa hayvanların ‘kobay’ olarak kullanılmasına, duygularını kaybetmemiş bir gönlün razı olacağını düşünmem. Kobaylık için hiçbir mazeret kabul edilemez.
O zaman tıpta gelişme olmaz mı? O halde bu işten milyar hatta trilyon dolar kazananlar, bu deneyi kendi üzerlerinde yapsınlar o halde. Gülünü seven dikenine katlanır.
* * *
Geçtiğimiz hafta GATA'da 20 askerin ‘kobay’ olarak kullanıldığına dair görüntüler ortaya çıktı. Çıktı da ne oldu?
Konuyu yargıya taşıması gereken Sağlık Bakanlığı, GATA Komutanlığı’ndan bilgi istemekle yetindi.
Genelkurmay’dan cevap gecikmedi. Ne dedi Genelkurmay? “Bu çalışma için erlerin yazılı izni var ve GATA Etik Kurulu’ndan onay alındı!”
Olayın meydana geldiği tarihte henüz kobaylık yasası yok. Anasının “vatanımı korusun” diye gönderdiği, komutanın izninin dışında bir şey yapma imkânı olmayan fidanlara, “fare muamelesi” yapılmasına, kurumun “etik kurulu” izin bile vermiş. Demek ki, minareyi çalanlar, hukuk dışı kılıfını hazırlamışlar…
Umur Talu’nun belirttiği gibi, bu durum karşısında ‘komutan hanımının hizmetçisi olmak’ bir hayli dereceli bir işmiş…
İnsanlık onuruyla bağdaşmayan bu durumla ilgili olarak Sağlık Bakanlığı ve Genelkurmay üzerine düşeni yapmasa da, Mazlumder ve Hasta Hakları Aktivistleri dernekleri gereğini yapıp, konuyu yargıya taşıdı. Konu artık yargı da... Umulur ki, yargı da meseleyi “etik” bulmaz. Bakalım ne olacak, bekleyip göreceğiz…
Geçtiğimiz yıl, 73 milyonun üzerinde “domuz gribi masalının aşısı”nı deneten bir Bakanlığın, insanların gönüllü kobay olmasına izin vermesinde ne beis olabilir ki? Hangi renkten, hangi ırktan, hangi memleketten, hangi düşünceden, hangi vasıfta, hangi gelir grubundan, hangi cinsten, hangi yaşatan olduğu fark etmeksizin, bir insanın bedeninde ilaç denenmesinden daha vahşi ne olabilir? Bu durum insan onuruna yakışır mı?
Bir ülke insanının ‘gönüllük şartıyla bile olsa’ laboratuar faresi muamelesi görmesine nasıl izin verilir? Doğrusu buna akıl erdirememenin çaresizliği ve kahrını yaşıyorum.
Batı, başta Afrika ülkeleri olmak üzere tüm gelişmemiş ülkeleri her veçhesiyle sömürür. Bununla da yetinmez, insanlarını da pervasızca laboratuar faresi gibi kullanır. Resmi yollarla olmasa bile, fiili olarak bizlerde onlar için ilaç ve gıdalarla birer kobayız. Hem GDO kanunu, hem de yeni kobay kanunu bu fiili durumu artık legal hale getirdi.
Bugün Türkiye, dünyada fert başına en çok antibiyotik tüketen ikinci ülke. Oysa ilaç üreticileri bu durumdan pek de memnun değilmiş. Global Sanayici Dergisi’nin (Nisan 2010) ‘Türkiye’de kişi başı ilaç harcaması ne kadardır?’ sorusuna, bir ilaç firmasının yöneticisi olan Teoman Kalafatoğlu; “İlaç pazarına baktığımızda, ortalama kişi başına ilaç harcaması 130 dolar civarında. 130 dolarlık pazar oldukça düşük, bunun yukarı çekilmesi elzem” diyor.
* * *
İbn-i Sina; “Tıp ilmi, mevcut sıhhati muhafaza, kaybedilen sıhhati iade etmek maksadıyla insan vücudunun sıhhatli ve marazlı hallerden haber eden bir ilimdir” der.
Eski tıbbın birincil amacı; hastaları tedavi etmek değil, insanların hastalanmalarını engellemekti. Bunun için, -bugün, ‘eski tıbbın çözümleri’ne pek kimse itibar etmese de- pek çok miktarda reçeteler geliştirilmiş.
Oysa bugün hem tıp, hem de devletler, insanları tedavi etmekten, hastalanmalarını engellemeye vakti bulamıyor. Zaten bulmak istedikleri de söylenemez. Endişemiz o dur ki; bu zihin ve oturttuğu sistemle, aksini de yap(a)mayacak. Çünkü günümüz devletleri ve ortodoks/modern tıbbı, medikal ve ilaç şirketlerinin hizmetkârı gibi.
Aşı kampanyaları da, reklâm düzenlemeleri de, kobay yasaları da, tedavi hizmetleri esasları da, hepsi ilaç ve medikal firmalarının talepleri doğrultusunda gelişiyor.
Bu firmalar taleplerini direkt iletmekle birlikte, düzenlemeleri genellikle BM’ye bağlı örgütlere atadıkları yönetici ve uzmanlar eliyle yaptırırlar. Mazeretleri ise basit: “İnsan sağlığı, gelişimi ve onuru”. Bu maskeleri için de, “sevimli(!)” kampanyalar düzenlerler, duygularımızı kullanırlar, gerektiğinde harcamaktan da çekinmezler.
Çünkü aynı şirketler ilaca sahip oldukları kadar, enerjinin, gıdanın, silahların da sahipleri. Sağlıksız gıdalar olmalı ki, sağlığımızdan olalım. Savaşlar ve terör faaliyetleri olmalı ki, silah, ilaç ve medikal aletlerini satsınlar.
Bütün bunlar, insan onuru ve sağlığını korumak için(miş). Yerseniz tabi... Kobaylık mı? Aramızda bazıları fare olmalı ki, beylerimiz sağlıklı kalabilsin.