Demokrasi mi, Bürokrasi mi – II
Demokrasi biri temsili diğeri ise icrai olmak üzere iki önemli temel üzerinde yaşayan bir sistemdir. Meclisler ve meclis yoluyla oluşan organlar temsili nitelikli organlar iken bürokrasi icrai ve idari organlardan oluşur.
Bürokrasi, demokrasinin doğumuna ön ayak olmuş ve her zaman ona hayat alanı sağlayan “devlet içinde devlet“ görüntüsünde bir yapı olmuştur. Bürokrasi her ne kadar çok zaman doğrudan devlet olarak algılansa da devlet içindeki icrai ve idari fonksiyonları üstlenen ve yerine getiren mekanizmanın adıdır. Fakat bürokrasinin başından beri birkaç önemli bileşeni dengeli bir şekilde içinde barındırdığını da unutmamak gerekir. Bu bileşenlerden en önemlileri kamu görevlileri, askerler ve aydınlardır.
Tarihsel nitelikleri gereği bürokrasi sivil demokrasiler üzerinde hala bir “vesayet etme” eğilimindedir. Bunun en önemli nedeni de demokrasi ile sonradan gelen kurumların devlet karşısında güvenilmez kabul edilmeleridir. Bir önceki yazıda demokrasi için dile getirilen sakıncalı piyade ifadesi bu durumun bir yansımasıdır.
Bu yaklaşımın kuşkusuz doğru ve yanlış yönleri vardır.
Bir kere yetenekleri olgunlaşmış bir toplumda seçilmişlere güvenilmemesi, bürokratik katmanı oluşturanların kendini toplumun üstünde sayması gibi anormal bir durumu ortaya çıkarır. Eğer bir toplum sosyo-ekonomik yönden ve politik kültür olarak belirli bir olgunluğa erişmişse, bireylerin içinde bulundukları devletin ve siyasal sistemin doğasından ayrık düşünme ve yaşamaları mümkün değildir. Çünkü böylesi toplumlarda bireyler ve devlet birbirlerine karşı olabildiğince yakın bir mesafede ve barışık olarak konumlanmışlardır. Bu bakımdan siyasal sistemle bütünleşen bir toplum karşısında hala bir takım çekincelere sahip olmak ya ileri derecede “evham” sahibi olmayı ya da bürokratik katmanın (elitlerin) toplum kesimlerine tepeden ve aşağılayıcı bir gözlükle bakmalarını ifade eder.
Bu yüzden gelişmiş toplumlarda seçilmiş atanmış dengesi oldukça sağlıklıdır ve herkes rolleri konusunda bilgi sahibidir. Kimsenin de rolleri için hukuksal belgelerle çizilmiş sınırları aşmak gibi bir eğilimi yoktur. Aslında sözünü ettiğimiz toplumlarda bu sınırı çizen şey belgelerden ziyade teamüllerdir.
Gelişmemiş ya da az gelişmiş toplumlarda (az gelişmiş ifadesi özel bir aşağılama biçimidir ama ben de kullanmaya alıştım) ise demokrasinin şüpheli ve sakıncalı konumu gerçekten söz konusudur.
Bir kere bu toplumlarda bürokratik kurumların dışındaki demokratik temsil kurumları nitelik olarak zayıflıklar taşımaktadır. Bizim meclisimiz her ne kadar devlet kurucu bir irade ile doğmuş olsa da çok partili yaşama geçildikten sonra toplumu temsil konusunda önemli eksikliklere sahne olmuştur.
Siyasal sistemin belirli bir olgunluğa erişmiş olmaması dolayısıyla meclisi oluşturan aritmetiğin eksiklikler içermesi kabul edilebilir bir şey olsa da meclis içi aritmetikten faydalananlar, bu durumu suiistimal etmekten çekinmemişlerdir.
Aritmetik gücü ele geçirenler her zaman bazı bilinen yanlışlara da düşmüşlerdir. Bu yanlışların en başında geleni ise mecliste çoğunluğu elde etmenin devletin tüm sahibi olarak kabul edilmesi ve aklıselimden uzak davranışların sergilenmesidir.
Bu hatalardan en çok bilineni ise merhum Menderes’in şirazesi kaçmış sözleridir:
“Siz (halkı kastetmektedir) arkamda olduğunuz sürece İstanbul aydınlarının sözü kaç para eder?”. Merhumun ölçüden yoksun bir diğer sözü ise
“Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” şeklinde siyasal belleğimizde hala tazeliğini korumaktadır.
Bu sözler ve bu sözleri teyit eden siyasi hamleler seçilmişlerin, seçilmiş olmaya gereğinden fazla önem ve güç atfetmelerinin sonucudur ve devam eden yıllarda yaşanan acı tecrübelerde de görüldüğü üzere, ülke ve toplum ağır bedeller ödemiştir.
Siyasal ilişkileri şekillendiren içsel dinamikleri iyi anlamak için kuruluş döneminin siyasal sistemine bir göz atmak gerekir.
Kuruluş döneminin siyasal sistemi üçlü sacayağı üzerinde yükselen bir yapıya sahiptir.
Bunlardan birincisi Ziya Gökalp’ın felsefi öncülüğünde Kemalist ideoloji ile devlete ortak olan aydınlar ile kan bedeli karşılığında yönetimden pay alan asker bürokrasisi, ikincisi meclis ile temsil edilen seçilmişler üçüncüsü ise yerel ortaklar yani eşraftır.
Seçilmişler; o dönem için Ulu Önder’in tasarrufuyla meclise aday gösterilenlerdir. Bunların büyük kısmı Osmanlı’dan beri siyasetin içinde olan ve saltanat – cumhuriyet ikileminde tavrını cumhuriyetten yana koyan eski tüfek aydın ve siyasetçilerdir. Ayrıca bir kısmı da asker emeklisidir.
Aydınlar, çöküşe geçmiş bir imparatorluktan yeniden bir ulus inşa etmenin karşılığında iktidara ortak olurken, askerlerin (ordu) konumu biraz daha nettir ve rollerinin Türk tarihinin kadim zamanlarına kadar uzanan derin kökleri vardır.
Yerel ortaklar ise; Kuvayi Milliye Hareketi ile sisteme dâhil olmuş olan bölgesel güç ve mülk sahibi Anadolu feodalleridir. Bu durumu, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile mevzi kaybeden Sened-i İttifak ayanlarının geri dönüşü olarak kabul edebiliriz. Daha sonra bunlar merkez bürokrasisin izin verdiği ölçüde meclis seçimleri yoluyla Ankara’nın ortaklığına dâhil edilerek merkezi otorite tüm Anadolu’da sağlanmaya çalışılmış ve sistem gittikçe belirgin bir yapıya dönüşmüştür.
Bu yerel ortaklar her zaman için kendi burjuva itikatlarının bir yansıması olarak Ankara’dan bir takım ayrıcalıklar koparmaya çalışmış ve siyasal sistemin kendilerine sunduğu nimetleri her daim halkın üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma yoluna gitmişlerdir.
Toprak Reformu konusu bu anlamda açıklayıcı ve belirgin bir örnektir.
1945’lerde çıkarılmak istenen Toprak Reformu yerel eşraf kökenli vekillerce başarısızlığa uğratılmıştır. Daha sonra ise yerel ortakların büyük oranda meclise girdiği Menderes Hükümetleri döneminde ikinci bir Toprak Reformu yapılmış ve dağıtılan toprakların % 80’den fazlasını toprak ağaları okuma yazma bilmeyen halkın elinden evrak hileleri ile ele geçirmiş ve seçilmişler buna göz yummuşlardır.
Sonuçta Tek Parti döneminde ortaklarına rağmen iktidarı tek başına elinde tutan devletlû bürokrasi iktidarını büyük ölçüde seçilmişlerle paylaşmak zorunda kalmıştır.
Fakat bu paylaşım zorunluluğu beraberinde sorunlar da getirmiştir. Devamında ise seçilmiş olmaya yukarıda dile getirilen iki örnekte olduğu gibi olağanüstü güç vehmedilmesi ve bu yollu davranışlar kuruluş yıllarında temelleri atılan ortaklığı bozmuştur.
Türk aydın bürokrasisi Tanzimat’tan bu yana halkın tepeden inme bir üslupla aydınlanması sorunsalı ile kendisini bağlamış bir niteliğe sahiptir. Ayrıca bu aydın bürokrasisi içerisinde hatırı sayılır miktarda asker kökenli kişilerin olması da bu bağımlılığı önemli ölçüde artırmıştır. Bir de Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanan “Osmanlıcılık” ve “Ümmetçilik” akımlarının imparatorluğun dağılmasının önüne geçememesi üçüncü seçenek olan “Türkçülük” taraftarlarının bu durumdan kendine vazife çıkarmalarının yolunu iyice açmıştır.
Türkçülük akımının özellikle ordu içinde yoğun bir şekilde taraftar bulması asker bürokrasisin sadaret üzerindeki baskısını artırmıştır. Daha sonra kesin bir “Reddi Miras” ile kendi politik yapısını kurmayı başarmış olsa da Atatürk ve arkadaşları Ziya Gökalp öncülüğünde katı bir Türkçülük çerçevesinde yeni bir ulus yaratma çabasına girişmişlerdir. Bu yoğun çabaların günümüze taşıdığı en kalıcı sorunlardan birisi ise sınırlarını kesin bir şekilde genişletmiş olan aydın ve asker bürokrasisi olmuştur.
Gerçi yeni ulus devletin inşası için ideolojik çerçevenin oluşturulmasından sonra aydın kesimi biraz geri plana itilir gibi olmuştur. Bu esnada asker bürokrasisi aydın kesimin çabalarıyla yetinmemiş, toplumsal aydınlanma ve dönüştürme işini bizzat kendisi üstlenmiştir.
Bu rol çalmanın sonucu olarak, kendi kimliğine “tanrısal yaratıcılık” atfeden bürokrasi topluma yaklaşımında da hatalara düşmüştür. Ayrıca 1929 Bunalımı da devlete ve bürokrasiye ister istemez sürpriz sayılabilecek roller vermiştir.
Sonuçta söylenecek şey şudur:
Bunca köklü ve derin tarihsel rolleri olan bürokrasi ile ilişki kurmanın belirli bir üslubu ve yönteminin olması gerekir.
Ülkemizde siyasal alana aktör olarak çıkanlar gerekli yetkinlikten mahrum oldukları için kendini çevreleyen aktörlerle ilişki kurmakta hep zorlanmaktadırlar. Zorlanmanın ötesinde günümüzde duygudaşlık (empati) ve görevdeşlik (sinerji) denen şeyleri yaratmayı becerememişlerdir.
Siyasi tarihimize dönüşler yaparak izah etmeye çalıştığımız gibi bürokrasimiz belirli ayrıcalıkları bünyesine katmış bir görünüme sahiptir. Kimi zaman bu ayrıcalıkları ifade eden roller bir zorunluluk yada gereklilik iken kimi zaman da bürokrasinin durumdan kendine vazife çıkarmasının bir sonucu olarak kazanılmıştır.
Burada bürokrasinin mevcut yapısı ile ilgili bir hatırlatma yapmak gerekir. Osmanlı’dan ilk dönemlerinden beri aynı zamanda siyasi yetkili olan kadılar ve benzerleri cumhuriyetin ilk döneminde yok iken 1961 Anayasası bu konuda güçlü bir geri dönüş gerçekleştirmiştir. 1961 Anayasası ayrıca idari yapılanmada genişlemeye giderek merkez otoritesini hem artırmış hem de idari bürokrasiyi çeşitlendirmiştir. Üniversiteler konusunda getirilen değişiklikler ile de aydınların Osmanlı dönemindeki saltanatına dönüşün kapısı aralanmıştır.
1980 sonrası dönemde Türkiye’nin en önemli siyasi ve idari sorunlarından bir tanesi bürokrasi – demokrasi ilişkisinin sağlıklı kurulamamış olmasıdır. Özellikle Turgut Özal döneminde seçilmişlerin bürokrasi üzerindeki baskısı ve bürokrasi karşısındaki “lakayt” kabul edilebilecek davranışları bu ilişkinin kimyasını bozucu etkiler yapmıştır.
Bu örnek de yukarıdakine benzer bir düşünceyi yansıtmaktadır. Seçilmiş olmaya ülkenin sahibi olmak gibi bir önem atfetmenin sonucu olarak yüzlerce yıllık kökleri olan bir düzene “nanik” yapılarak önemli bir yanlış yapılmıştır. Ki daha sonraki dönemde yaşanan 28 Şubat 1997 sürecinde bu yollu davranışların da önemli etkisi vardır.
Oysa bürokrasi ülkedeki güçler dengesinin realist bir dağılımı için zorunlu bir araçtır. Çünkü egemen olmanın bir sonucu olarak merkezin gerçekten olağanüstü sayılabilecek bir gücü ve imkânı vardır. Bu gücün bir şekilde dağıtılması gerekmektedir. Bu gücün tek elde toplanması modern bir “Leviathan” yaratılmasından başka bir şey değildir.
Eğer ki bürokrasiyi oluşturan kanatlar bir birinden ayrık bir yapı sergileyebilirlerse devlet gücünün bir kısmını temsil eden bürokrasi zaten kendi içinde bir güç dağıtımı yapmış olacaktır. Ki özellikle 1961 anayasası yeni güçler yaratmış ve topyekûn olarak bürokrasiyi güçlendirmiş gibi görünse de bürokrasinin toplam gücünü önemli ölçüde dağıtmıştır. Zaten böyle olmasaydı 1980 darbesine giden sürece hiç girilmezdi.
Bürokrasinin kimliğini az çok ortaya koyduktan sonra bürokrasi ile demokrasinin ilişkisine tekrar dönmek gerekir. Burada demokrasiden kasıt, pür demokrasiden ziyade seçilmişlerin oluşturduğu siyasal yapılardır. Bürokrasi-demokrasi ilişkisi ülkeye hep sancılı süreçler yaşatmıştır.
Bunun temel sebebi hem bürokrasinin imtiyazlarından vazgeçmekte isteksiz davranması hem de seçilmişlerin biz varsak bürokrasiye ne gerek var gibi bir davranış kalıbına girmeleridir.
Hâlbuki devlet olmanın bir gereği olarak sistemin kendi içinde var ettiği onlarca rol vardır ve herkes kendi rolünün gereğini yerine getirmekle mükelleftir. Bu yüzden Türkiye’nin siyasal sisteminin topyekûn bir değişime ve yenilenmeye ihtiyacı vardır.
Bir kere bürokrasiye ilişkin tanımlamalar ve sınırlamaların yeniden dizayn edilmesi gerekirken, öte yandan seçim sistemi ve seçim kanunları ile siyasi partiler yasasında değişiklikler yapılarak daha gelişmiş bir demokrasi modeline geçilmesi gerekir.
Türkiye’nin giydiği gömlekler konusundaki en büyük yanlışlarından birisi de her zaman için kendi beden numarasını bilmeden sağdan soldan kendine gömlek sipariş etmesidir.
Çok basit bir örnek olarak hukuk sistemi gösterilebilir. Türkiye’de uygulanan hukuk sistemi; kilisede cami imamının vaaz vermesi kadar garabet bir durumdan başka bir şey değildir. Hukuk ve anayasa tarihimize bakacak olursak; anayasalarımız ya Fransa’dan aşırmadır, ya da şimdilerde olduğu gibi AB’den diktelerle reforme edilen patlak lastiği andırmaktadır. Oysa bu toplumun kendi doğası ile uyuşacak ve örtüşecek bir anayasa metnini ortaya koyacak zekaya sahip bir tane bile hukukçu yok mudur bu ülkede?
Hakeza siyasi sistem ve partiler yasası, bürokrasiye şekil veren anayasal hükümler ile idare hukuku mevzuatı da aynı şekildedir. Mesela Türkiye’de her şeyin hukuku vardır da idarenin ortak yani tek bir hukuku yoktur. Her kurumun ayrı bir hukuku vardır ve her hukuk metni yüzlerce istisna ile doludur. Hukuk metinlerinin her meclis döneminde onlarca defa değişikliklere uğratılması ise ayrı bir konudur.
Ülkemiz hukuk sistemi bakımından yasama organınca çıkarılan hukuki metinlerle idare edilen bir ülkedir. Bu tüm dünyada aşağı yukarı böyledir. Fakat toplumsal dokuya uygun hukuk sisteminin yaratılabilmesi için hukuk yapma sürecine tüm toplumun dahil edilmesi gibi bir uygulama maalesef yoktur. Bunun yerine toplumu hakkıyla temsil ettiği varsayılan vekillerin “şekerleme yaparken” el kaldırmasının yeterli sayıldığı bir sistem uygulanmaktadır.
Türkiye’de bürokrasi uyuyan bir aslanı andırmaktadır. Kuyruğuna basılmadığı sürece bürokrasi müdahaleci olmamıştır. Ne zaman ki seçilmişler üstüne vazife olmayan şeylere yeltenmiştir işte o zaman bürokrasi sesini yükseltmiştir.
Bürokrasinin bu yönü çok iyi bilinmesine karşın, demokratik sistem olmanın gereği olarak halk iradesine kutsallık atfeden söylemin seçilmişlerce suiistimali yoluna gidilerek Türkiye hep çıkmaz sokaklara sokulmuştur.
Evet, halk iradesi kutsaldır. Ancak yasa yapmanın da sınırları olduğu unutulmamalıdır. Bir ülke 550 kişi ile yönetilmez. Bir ülkenin yönetiminde rol üstlenen milyonlarca insan var iken her şeyin 550 kişiye havale edilmesi demokrasi – bürokrasi dengesine ilişkin hataların başında gelmektedir. Ayrıca bu 550 kişinin nitelik ve ülkeyi temsil etme kabiliyeti olarak ne düzeyde olduğunun da ivedilikle sorgulanması gerekir. Bu sorgulama yapılmadan ve gerekli hukuki altyapı çağın gereklerine göre yeniden düzenlenmeden bürokrasi – demokrasi ilişkisi hep bir manipülasyon alanı olmaya devam edecektir.
Türkiye’de bürokrasi ile iktidarların arası ne zaman açılsa hükümetler hemen “Yasama Fetişizmi” olarak adlandırdığımız şeye sarılmaktadır. Seçilmişlerce anayasa ne kadar kötü bir şey olsa da böylesi durumlarda herkesin gözüne soktukları bir belge olmaktan kurtulamamaktadır.
Her daim olduğu gibi, anayasa metni ne zaman orta yerlerde siyaset malzemesi olursa ekonomik yada siyasi kriz hemen kapımızı çalıvermektedir.
Sonuç olarak bürokrasi ve demokrasi bir kazan-kazan oyunu içerisinde her zaman kah düşerek kah kalkarak da olsa işini yürütmekte ve sonuçta bu oyunun kaybedeni halk olmaktadır.