Demokrasi: Kapitalizmin Meşruiyet Aracı
Nasıl ki NATO, kapitalizmin askeri güvenlik şemsiyesi olarak dizayn edilmişse, kapitalizmi ekonomik bir sistem olarak dünya gündemine getiren liberal demokrasi de kapitalizmin siyasal meşruiyet şemsiyesi olarak tasarlanmıştır. Söze biraz kitabın ortasından girer gibi olduk ama günümüzün en iyi yönetim modeli olduğu söylenen demokrasi için varılacak nihai yargı tam da budur.
Burjuvazinin Yükselmesi ve Güç Mücadelesi
Devlet modellerinin tartışıldığı günden bugüne demokrasi de sürekli tartışılmıştır. Bu tartışmalarda demokrasi, Avrupa rasyonalizminin doğuşuna kadar olan dönemde kötünün iyisi olmaktan öteye geçememiştir[1]. Para ve özel mülkiyet odaklı kendi sınıflarını yaratan Protestan kaynaklı aydınlanmacı akım, varlığını geçmişle hesaplaşmanın üzerine inşa ederken kendi meşruiyet dayanaklarını da yaratmaya çalışmıştır.
16. yüzyıldan sonra Avrupa siyasal sistemleri değişime uğramaya başlamıştır. Özel mülkiyeti öne çıkaran Protestan ahlakının toplum içerisinde öne çıkarmaya başladığı burjuvazi; hem egemen kral ile hem de aristokrasi sınıfı ile olan mücadelesini yeni kavramlarla yürütmeye çalışmıştır. Bu mücadele Fransız İhtilaline kadar sürmüş, 19. Yüzyıl ve sonrası burjuvazinin geri dönülmez zaferi ile sonuçlanırken siyasal sistemlerin adı da halkın kendi kendini yönetmesi olarak dönemin düşünürlerince tescillenmiştir. Bu tescil, elde edilen gücün literatürde de meşru bir anlam kazanmasından başka bir şey değildir.
Egemenliğin El Değiştirmesi
Bu mücadeleye neden gerek duyulmuştur?
En başta egemenlik sorunu bu mücadeleyi yaratmıştır. Bir kere eski çağdan o güne kadar egemenlik daima insanüstü referanslarla izah edilmiş, devletin başındaki kral da bir çeşit tanrı kral sıfatına sahip olmuştur. Hal böyle olunca, toplum içinde söz sahibi olmak için ya kral olmak ya da kralın çevresini oluşturan soy sopa dayalı aristokrasiye veya feodaliteye dahil birisi olmak gerekmiştir. Güce sahip olmanın yegane meşru yolu bu tür bir statüye sahip olmaktır.
1492, dünya sistemini kökünden sarsan başlangıçların yılıdır[2]. Bugün bile modern tarih bu tarihte başlayan coğrafi keşiflere indirgenmektedir. Gerçekten de bu tarihten sonra hızla gelişen merkantilizm ve ticaret, feodaliteye dayalı Avrupa’da yeni bir sınıfı ortaya çıkarmıştır. Bu sınıf hepimizin bildiği Protestan ahlakını arkasına almış olan burjuvazi sınıfıdır. Bu sınıf, öteki sınıflar gibi mülkiyeti babadan oğula elde etmemiş, bizzat şahsi girişimleri ile elde ederken, kendi aralarında örgütlü bir şekilde hareket ederek kısa zamanda diğer sınıflara göre daha varlıklı hale gelmişlerdir.
Burjuvazinin bu şekilde hızla yükselmesi doğal olarak ülkelerin iç siyasal sistemlerine de yansımıştır. O güne kadar iktidarı mutlak bir şekilde elinde tutan kral ve onun vassalları kadar zenginleşen, savaşlarla hızla borçlanma ihtiyacı hisseden bu sınıflara mali kaynaklar yaratan burjuva sınıfı doğal olarak elde ettiği mali gücün siyasal karşılığını da talep etmeye başlamıştır.
Burjuvazinin bu yükselişi sırasında düşünce çeşitli düşünce adamlarının bu sınıfın sözcülüğünü üstlendiğini görmekteyiz. Aydınları doğrudan bununla itham etmek belki ağır kaçar ancak aydınların bu dönemde güç paylaşımını bu sınıfların çıkarlarını toplumun çıkarlarının üstüne çıkacak mekanizmalarla güvenceye alma çabaları dikkat çekmektedir. Bu noktada iki önemli isim dikkati çekmektedir. Birisi devlet felsefesi konusunda en büyük isimlerden birisi olan John Locke diğeri ise iktisat biliminin duayenlerinden olan Adam Smith’dir. Her ikisi de geliştirdikleri kuramlarla burjuvazinin hem malını hem canını garanti altına almışlar, birisi yönetme imtiyazını burjuvaziye ihsan ederken öteki de iktisada mülkiyetin ayrıcalığına dayalı kuramlaş yerleştirmiştir. Bugün de hala temel referans bu iki düşünürün görüşleridir.
Burjuvazinin Çağrısı
Burjuvazinin demokrasiyi krallar ve feodaller karşısında ezilen geniş halk kitlelerine dayandırması, dinlerin ortaya çıkışları sırasında başta köleler olmak üzere güçlüler karşısında ezilen sınıflara çağrı yapmasını çok andırmaktadır. Dinlerin bu çağrısı kendi içerisinde özel bir mantığa dayansa da aydınlanma düşüncesinin statükoyu temsil eden yerleşik egemenlere karşı halka yaptığı bu çağrı tamamen bir yöntem aşırmasından başka bir şey değildir. Dinler deneyiminden kesin sonuç veren bir yöntem olduğu ortada olduğu için aydınlanma düşüncesi de kral ile halk arasında kapanmaz bir uçurum yaratan metafizik temalı egemenlik kavramı karşısına insan figürünü çıkarmıştır. Burjuvazi aydınları bu şekilde davranarak toplumların yönetiminin yine insanın kendi aklının hakkı olduğunu ileri sürmüş, statüko karşısında ezilen geniş kitlelere göz kırparak onlar için bir çekim merkezi olmayı ummuştur.
Liberal Demokrasinin Öncülleri
Aydınlanma çağının düşünürleri aslında kendi içinde birkaç gruba ayrılırlar. Ancak bunlar içerisinde günümüze açık bir etkisi olan grup öncülüğünü John Locke’un yaptığı siyasal liberalizm ekolüdür. Liberal demokrasi olarak da adlandırılan düşünce sistemini kuramlaştıran kişi Locke’dur. Kendinden önceki düşünürler tanrı kralı ortaçağın skolastisizminin daha da ötesine geçerek yüceltirlerken Locke, onlara bir tepki olarak ortaya koyduğu kuramını tanrı fikrine değil insan aklına dayandırmıştır.
Locke’un bu yaklaşımı doğal olarak tanrının yeryüzündeki vekili gibi kabul edilen, en azından Papalık onayıyla siyasal meşruiyet kazanan kralların ve onun dayandığı öteki sınıfların vazgeçilmez pozisyonuna büyük bir darbe olmuştur. Çünkü Locke, insanın toplum halinde yaşamasını sağlayan hukukun, kralın bir lütfu olarak görülmesini reddederek insan aklının en iyiyi ve en doğruyu bulacağını ileri sürmüştür. O’nun bu düşüncesinin bir sonucu olarak girilen sorgulama süreciyle, toplumlarda kutsallık atfedilen krala ve onun taifesine gerek kalmamıştır[3].
Ortaya çıkan bu yeni söylemde halktan kasıt, görünürde tüm insanlar olsa da çıkarı özenle korunanlar bakımından kralların ve aristokrasinin karşısında yükselen burjuva sınıfıdır. Bu sınıf yeni bir sınıftır ve düşünürler günün siyaset literatürünü ülkelerin yönetiminin meşru temellerini kendi sınıfını öne çıkaracak şekilde dizayn etmeye çalışmıştır. Halk egemenliği kavramı da bu kaygının bir sonucu olarak üretilmiştir.
Sonuç olarak, liberalizm ve onun siyasal sistemi olan demokrasi; mülkiyet imkanları genişleyen burjuva sınıfının değişen pazar koşulları sayesinde diğer sınıflar karşısında elde ettiği ekonomik üstünlüğe odaklıdır. Önerilen sistem, bu üstünlüğün devletçe tanınarak bunu koruyacak tutacak ayrıcalıkların hukuki güvence altına alınmasını amaçlayan bir meşruiyet aracıdır. Nihayetinde yeni düşünce sistemi, burjuvazi ve onun ayrıcalığını oluşturan mülkiyet odaklıdır.
Liberalizmin Önceliği
Derinlemesine incelendiği zaman açıkça görüleceği gibi liberalizmin ve demokrasinin temel gayesi sınıfsal üstünlüğü sağlayan mülkiyetin garanti altına alınmasıdır. Demokrasi ve onun felsefesi olan liberalizmin önceliği insan değildir, daima mülkiyettir. Mülkiyeti koruyacak olan ise devlettir, devleti harekete geçirecek olan ise yasadır. Bu yüzden demokrasilerde hukukun odak noktasının insan olmasını beklemek anlamsızdır. Odak noktasında daima varlığı burjuvazinin tekelinde olan mülkiyet ve onun meşruiyeti vardır. Hukuk sadece bir araçtır. Devlet ise bu hukuku burjuvanın çıkarına uygulayan bekçidir… bu noktada liberalizm ve demokrasi söyleminde çok keskin bir şekilde reddettiği Machiavelli’ye bile rahmet okutacak derecede Makyavelisttir…
Konuya demokrasinin devlet ve hukuk sisteminin ne olduğunu tartışmaya açarak devam etmek dileğiyle…
06.01.2012