Demokrasi Bila Bedel İslam Ülkelerine Gelmek İstiyor (mu?)
Valla, derin (ve fakat devletleşmeden) analizleri oryantalistler, antropologlar, teologlar, sosyologlar, siyasetologlar ve ilgi alanına giren cümle bilim insanı yapsınlar. Bilimsel analiz yapmak zorundalar çünkü savları delillendirmek, bilimsel sistematik içinde sunmak zorundadırlar. Bu bakımdan bizim gibilerin işi kolay. Kolay derken hepten işkembeden sallamıyoruz; elli yıldır beş duyumuzla algıladıklarımızı, okuduklarımızın ve dinlediklerimizin süzgecinden geçiriyoruz. Teferruatlarda bazen açığa düşsek de genelde, bazen de hiç arzu etmediğimiz, “ben dememiş miydim” türünden olayları da tarihe dikte ettirmiş oluyoruz.
Şimdi efendim, İslam coğrafyasında Türkiye, Mısır ve Pakistan önemlidir. Asya’nın insan (tüketici ve üretici olarak) ve enerji kaynaklarına ihtiyacı olan Avrupa ve Amerika coğrafyası içinde bu üç Müslüman ülke önemlidir. Pakistan orta Asya ile Hint okyanusu arasında, Mısır malum Süveyş kanalının kontrolü dahil olmak üzere Hint okyanusu ile Akdeniz arasında, Türkiye Asya ile Avrupa arasında köprüdür (Mısır ve Pakistan’ın İngiltere’nin II.Dünya savaşı sonuna kadar eski sömürgeleri olduğunu da belirtelim). Aynı zamanda bu üç ülke diğer Müslüman ülkelere göre entelektüeller yetiştirmiş ve yetiştirme potansiyeli olan ülkelerdir.
Dolayısıyla bu ülkelerde yaşanacak “iç sorunlara” diğer ülkelerin (aslında küresel aktörlerin) ilgisiz kalması mümkün değildir. Sorun da zaten buradan kaynaklanıyor önemli ölçüde; bu “ilginin” niteliği ne olacaktır? İşte bu “ilginin niteliği ve ölçüsü” konjonktüre, halin uluslar arası dengesine göre değişiklikler ve/veya iki yüzlülükler göstermektedir. Yoksa “küresel aktörler”i (uluslar arası sermaye ve şirketler diye de somutlaştırabiliriz), ne ölüme koşanlar ne de ölüme koşanları öldürenler ilgilendiriyor. İktidarın nasıl el değiştirdiğinin de önemi yok, iktidarın işbirliğine yanaşıp yanaşmadığıdır onlar için önemli olan.. (Misal batı karşıtı, devletçi Erbakan’a küresel güçler arka çıkmamışken -28 Şubat 1997-; küresel güçleri kendileri ile ittifak edeceğine ikna eden Erdoğan’a sahip çıkmışlardır -27 Nisan 2007-).
Arap Baharı’nın 3 yıl gibi kısa bir süre sonunda katliamlara dönüşmesindeki asıl sorun biraz yukarıdaki analizlerde olduğu gibi İslam dünyasının kendi iç dinamiklerinden, sosyo-kültürel yapı ve geleneklerinden de kaynaklandığını göz ardı etmemek gerekir. 19 ve 20. yy’da İslam dünyasındaki, Batı (sanayileşmiş) ülkeleri karşısında sanayi devrimini kaçırıp sömürge veya yarı sömürge durumuna düşmesi, İslam alimlerince de tartışılmıştır. Misal Mısır’da Cemalettin Afgani, Hindistan’da Muhammed İkbal. (Hind yarımadası henüz Hindistan ve Pakistan olarak ayrılmamıştı o dönemde ve İngiltere’nin en gözde sömürgesi idi).
-Türkiye’de mi? Osmanlı’nın son 50 yılı içinde sofulaşan tarikat nüfuzu ve Saltanatın istibdadı bu tür, İslam’da reformcu tartışmaları hoş karşılamamıştır. Cumhuriyet döneminde ise, bilindiği üzere devletin pozitivist bilim tercihi dinin sosyal ve özelliklede siyasal yaşama nüfuzuna soğuk durmuştur.
Batı’nın kurumları örnek alınarak sürdürülen bu tartışmalar II. Dünya savaşından sonra Japonya’nın geleneklerini koruyarak sanayileşme başarısı göstermesi üzerine, İslam medeniyetinin kendi İslam kültüründen vazgeçmeden sanayileşebileceği tezinin de 20.yy’lın son çeyreğinde ve hatta bugünlere kadar işlenmesine vesile olmuştur. (Gerçi II. Dünya savaşından sonra Japonya’nın ABD’nin koruyuculuğu altına girmesi ve popüler kültüründen etkilenmesi sonucu kendi, örneğin 19.yy geleneklerini ne derece muhafaza edebildiği de tartışılabilir.)
Batı’nın kurumları ve sanayileşme süreci üzerinden, bu, İslam’da reform tartışmaları sürdürülürken, 20.yy da Batı’nın iki büyük savaşından sonra (1914-1918 ve 1939-1945 Dünya savaşları) demokrasi anlayışının nasıl insan odaklı bir evreye ulaştığı göz ardı ediliyordu. Bu iki savaşta ummadığı kadar, milyonlarca insan ve ekonomik değer kaybeden Batı, demokrasi anlayışını insanın yaşam hakkının kutsallığı üzerine yoğunlaştırmıştır. Birey artık amaçtır ve devlet örgütlenmesi “amaç olan bireyin” özgür olabilmesi ve esenliği içindir.
Hal böyle olunca, 21.yy küreselleşmesinden etkilenen (etkilenmeye zorlanan) bazı İslam ülkeleri, güya demokrasiye geçiyorlardı Arap baharı ile. Hemde kabileci toplum anlayışı ile, Ortaçağ tarım toplumu örgütlenmesi koşullarında yorumlanmış İslam ve ilmihal anlayışı ile, insana araç olarak yaklaşımı ile, beş parmağın beşinin bir olmadığından hareketle eşitsizliklerin fıtratın mutlaklığının gereği ve normal olduğu ön kabulleri “demokrasiye” geçmek istiyordu. Ha, bu arada “Müslüman kardeşliği” (ümmet) söylemleri ile İslami uygulamalarda farklılıkları da oluşuyordu. Yani genel ümmetçi söylemlere karşılık, İslam ülkeleri arasında veya ülke içinde İslami ekollerin, mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin de, bazen kanlı, kıyasıya mücadeleleri de oluyordu. Şii-Sünni mücadelesi, Vahhabi-El ezher rekabeti gibi.
Uluslar arası ilişkilerde ölümlere ağıt yakmak, katliamları kınamak insani bir yaklaşımdır; lakin, uluslar arası ilişkiler maalesef halklar üzerinden değil hükümetler üzerinden yürüyor (belki emeğin, insan unsurunun küreselleşmesi ile bu evreye geçilebilir). Hükümetler üzerinden yürürken de, vicdan hesabından çok cüzdan hesabı yapılıyor
Ve orta doğuda, tarihi boyunca, dünyanın cüzdanını ilgilendiren o kadar çok şey var olmuş ki, vicdanın ihmal edilmesi de kaderi olmuştur. Canlara ağıt yakan vicdanları anlıyorum ama yukarıda ki gerçekler ışığında zaman ıradıkça kaybedilen canlar nesneleşirken vicdanlarda nasırlaşacaktır. Ve biz yaşananlara sadece tarih demeye başlayacağız.. Ve belki o zaman anlayacağız ki, demokrasi hele de toplumcu demokrasi ve insanın yaşama ve mutluluğu arama hakkının bedeli ödenmeden değeri de anlaşılamıyor. Avrupalı insan anlamış ama dediğimiz gibi 300 yıl süren bir kanlı iç ve dış hesaplaşmalardan sonra… 20.08.2013
Asım SES