Dejavu
Sevmediğim insanların sesleri kulaklarımda. Gözlerimi kapatsam da, tanımadığım tanıdıkların yüzlerini gözlerimde. Kokulara aşina değilim ama sanki çocukluğumdan kokular burnumda. Âşık olmadığım kadınların parmak uçları dudaklarımda, sevmediğim kadınların teri sinmiş üstüme. Ne ara bu kadar kandırıldım, ne zaman bu kadar aldatıldım? Bacaklarımın üstüne yükseldiğim toprak karnımı doyuran ekmeğe yabancı, sofra bana, ben sofraya yabancıyım. Çatal kaşıklara yabaniyim, ben ner’deyim?
Sırtımda henüz almadığım yaraların bıçak izlerinden sızan acı ve yastığımda daha aldatılmadan yapışmış kalmış saç telleri. Bu yatağın baktığı tavan tanıdık ve bildiğim bir şey gibi pencerenden süzülen soluk ışık. Genzimde acı ilaçların yakan tadı, midemde olan biten ve aklıma hücum eden bir isyan. Biraz müzik lazım, biraz ses. Korkunç bir sessizlik, her şey beni bekler gibi. Uyanmam lazım da, ne bir rüya ne de bir gündüz düşü.
Kulağıma dayanmış bir deniz kabuğundan süzülen sesler gibi boğuk, derinden konuşan insanlar kim? Bu anı yaşamış mıydım? Suarez kaftanını açıp dudaklarıma uzanıyor ve sus diyor… Bana daha önce de sus denmiş miydi? Rousseau toplamış konuştuklarımızı ve imza bekliyor. Bu sözleşmeyi tek taraflı fesih edesim var, bir kalem, ne olur bir kalem!
Bu kadını çizen Matisse. Çünkü çirkin, şişman ve asık suratlı bir aşçının bile, en azından elleri güzeldir. Haydi, uzat ellerini, seni de kurtarayım kadın… Sen karnımı doyur, ben en güzel şiirlerimi sana yazayım. Şiir yazar mıydım yoksa yazdıran biri ile mi tanıştım? Okumadığım yüzlerce dizeden kopya çekmişim, bana yabancı o mısraları ben mi dizdim alt alta? Pencereye konan serçeleri hatırlıyorum bu odada. Yatağın tavanı tanıdık ve bildiğim bir şey gibi pencereden süzülen soluk ışık. Serçeler insanlardan ne isterdi, hatırlamıyorum. Serçe diyince aklıma Edith Piaf geliyor. Bir şarkısını iyi hatırlıyorum. Müziğin de tercümesi var sözlerinin ki gibi. Akordeon ve piyano ile dizilmiş notalar, portreler bize bir şey anlatıyor. ’ Sen şarkılardan bütün bir hayatı isterken, şarkılar senden sadece pencereni ister. Aç da, herkes duysun diye…’ Pencereyi açıyorum, serçe kanatlanıp uçuyor. Gri bir kent bana bakıyor, yüzüme toz ve yağmur kokuyor, ner’deyim ben?
Bu kenti bir kral yönetmeliydi. Pırıl pırıl elmaslarla süslü tacıyla, aksakallı ve babacan bir kral olmalıydı bu kentte. İskambil kartlarındaki Papaz’ın ki gibi elinde bir asası olmalı ve ara sıra pelerin de giymeliydi. Ben nöbetçilerinden izin alıp sarayına girebilmeli ve kralın karşısına dikilebilmeliydim. Sormalıydım; ‘ Bu kentte herhangi biri sizden daha zengin olursa, daha çok pırlantası, daha çok altını varsa, sizin yerinize kral olabilir mi?’ ‘Hayır, elbette hayır…’ demeliydi kral. Oysa penceremden izlediğim gri kentin kralları, benden, senden, hepimizden daha zenginler diye krallar şimdi. Sanki buna demokrasi diyerek, kendimizi mi kandırıyoruz? Seçkin bir azınlığın tahta geçirdiği krallarla mı mutluyduk, yoksa sığ bir azınlığın tahta geçirdiği zengin krallarla mı mutluyuz?
Kent beni dinlemiyor, cevap da veremiyor. Edith Piaf’ın kadife sesi odamdan çıkmış, kim bilir belki karşı binadan birilerinin odasında çınlıyor.
Kitaplarım var. Her birine özenmişler, ciltlemişler ve satın almışım. Oku oku nereye kadar diye soranlarım var. Kitapları toplatanlarım var, yakanlarım var. Kapatılan kütüphanelerim var. Kitaplar olmasaydı… Ya kitaplar olmasaydı diye düşünmüşlüğüm ve cevabı yine kitaplarda bulduğum zamanlarım var. Bunları derleyip toplayıp yazmaya başlayalı çok olmasa da, kim bilir hangi zihinlerde yanarak kaybolacaklar diye yazmayı bırakmışlığım da var. Bir kâğıt parçası bile yandığında, ısıtır, aydınlatır. Koca bir kitabı okuyup da ısınmayan, aydınlanmayan bu güruha nefretle bakıp, penceremi kapatıyorum.
Ezberlemediğim halde hafızamdan çıkmayan sözcüklerle büyüdüm. Ve hafızamdan çıkmadığı halde söyleyemediğim sözcüklerle ihtiyarladım. Bir akşamdı. Odamda hep aynı şeyi tekrarlarken uyuya kaldım. Uyandığımda bir not; aynanın önüne konulmuş ve üzerinde bir tutam saçınla beni selamlarken, sanki bu anı daha önce de yaşamıştım.