Değerli Ömer Merhaba,
Güzel cümleleriniz ve ayrıca kişilerden hareketle 1990 ların bir siyasal panoramasını çizmeniz, bu e-posta grubunu izleyenleri bilgilendirecek derinlikli bir yazı içinde şahsım ve grup adına teşekkür ederim.
İnşallah yanılış anlamamışımdır, aşağı yukarı yazınız, benim vardığım bir sonuca götürüyor beni; 1980 ve 1990 boyunca 1979 iran islam devriminin etkisiyle (İran devrimi olduğunda ben A.Ü. DTCF’de okuyordum, tebrizli Azeri kökenli bir İranlı arkadaşım vardı, devrime daha doğrusu Şah’ın İrandan kaçmasına çok sevinmişti, sol franksiyonlarda islami de olsa anti-americancı olan bir devrime sempatik bakıyorlardı…) Türkiye’de islami bir rejim olabileceği heves ve senaryoları yoğunlaşmıştı. Beninde bir çok çocukluk arkadaşım bunun mümkün olduğunu gördüğü için ilgimi çekiyordu. Diyelim ki ben de, bu mümkün olur mu diye öne çıkan isimleri medya’dan takip ediyordum.
Bu şahsiyetlerin arka planları beni çok da fazla ilgilendirmiyordu. Ben T.Z. Tunaya hocamızın tabiriyle “islami Cereyanları” anlamay çalışıyordum. Senin de kişilerin fikirleri üzerinden somut olarak belirlediğin gibi, herkesin kendine göre bir “şeriat” anlayışı ve Türkiye’de bunun siyasal yaşama geçmesi için bir “islami devrim” projesi vardı. 12 Eylül’ün üzerinden geçtiği ve benim de bir tıfıl olarak son 3-4 yılına şahit olduğum “sol franksiyonlardaki” gibiydi aslında bu ayrılıklar: Onlarında kendilerine göre sosyalist/komünist bir devrim anlayışları vardı. Yani her iki “devrimcilerde” homojen değildi. Ama ortak bir noktaları da yok değildi: Anti-americancı ve antiemperyalisttiler… (Bu arada Erbakan’ın 12 Eylül öncesi Mehmet keçeciler’in belediye başkanı olduğu dönemdeki ünlü Konya mitinginde Konya’da yaşıyordum.)
Şimdi bir 620 yıllık, daha doğrusu buna Selçuklu imparatorluğunu da katarsak bin yıllık bir imparatorluk geleneği ve kültüründen gelen ve bu kültür üzerine 20 yy damgasını vuran ulus-devlet olarak biçimlenen Türkiyer Cumhuriyetinde, ben bir şeriat devletinin mümkün olamayacağına sonucuna varmıştım. Sovyet veya Çin tipi bir komünizmi de mümkün görmüyordum. Çünkü Türkiye’nin kırsalını da kentli yaşamının insanını da bir nebze tanıyordum. Çocukluğum Ege’de orta öğretim yıllarım Siirt ve Ordu ve Konya’da geçmişti. Anadolu halkları tek tip bir yaşama sıkıştırlamayacak kadar “özgür ruhlu” idi. Bu inaç alanında olduğu gibi, sosyal ve ekonomik alanda da görülüyordu.
İyi de bir realite olarak, cumhuriyet sonrasında da devam yer yer merkez sağ iktidarlarla kendini sosyal ve siyasal alanda gösteren cemaatler, tarikatlar ne olacaktı? Bu cemaat ve tarikatların yayın organlarına baktığımda kolayca bir birlerini “dinden çıkmakla” da itham edebiliyorlardı. Ama öyle veya böyle varlıklarını da sürdürüyorlardı ve bu toprakların ürünüydüler bir çoğu… Vardığım sonuç öncelikle demokrasi ve laiklik bu tarikat ve cemaatler için de gerekliyli… Yine de iyi de diyeceğim, şeyh-mürid ilişkisi içindeki bu “inançsal yapılar” demokrasi ve laiklikle nasıl yaşayacaklar (yönetilen ve yöneten olacaklar) ?
28 Şubat’ın (1997) (başarılı olamayan projesi) sonucu iktidara gelmenin yöntemi olarak demokrasiyi araç olarak kullanan bu tarikat ve cemaatler ittifakı (buna alevilerde dahil edilmişti) AKP’yi doğurmuştu. Ve 11 yıldır da demokrasi (dolayısıyla laiklik ve ekonomide serbest piyasa) ile yönetme-yönetilme deneyimini yaşıyorlardı…
Demokrasi (ve özgürlükler) ve de küreselleşme (dışa açık ekonomi ve siyasal kurumlar) birilerine yeni kapılar ufuklar açarken bundan bir kesimi mahrum etmek mümkün olmuyor. Bundan diğer cemaat ve halklarda (Kürtler ve aleviler gibi) paylarını alıyorlar.
Dolayısıyla bugün yaşananlar bence, Türkiye’nin demokrasi (laikliklik, ekonomik ve sosyal liberalizmle) imtihanıdır. Demokrasinin en önemli özelliği ise denetlenebilir (kurumların) olmasıdır. Ve demokrasi birilerinin (asker veya sivil iktidarların) bir lutfu değildir yönetilenlere… Soran, sorgulayan, eleştiren ve özeleştiri yapa yapa yaşayan ve güçlenen bir rejimdir demokrasi… Ardından da adil üleştiren bir demokrasi konuşulmaya başlanır ki henüz o aşamada değiliz…
Her zaman askerler değil, bazen sivil siyaset de maalesef bu sürecin önünde bir “takoz” gibi durmaktadır. Ama ben umutluyum, bunlar geçicidir. Bize öğretilen tekerleme gibi bir şey vardı ya; “Altyapı (ekonomik ilişkiler) üst yapıyı belirler (hukuk) , döner üstyapı da alt yapıyı belirler..” diye… Ama her iki halde de çatışma bir üst kertede devam eder. Geriye dönüş ve durağanlık kalıcı değildir. Bunlar olurken toplumsal bazda siyasal ve ekonomik krizler yaşanır, bireysel bazda yönetimler ve servetler el değiştirir vs… İşte bunlar biraz sancılı olur… Olur da biz alttakiler için pek bir şey fark etmez… Biraz daha ehvam yapar, biraz daha umutlanırız lakin her zaman borçlu kalkarız kriz masasından…