Dahiliyecimi İstiyorum
Geçen gün Medimagazin’ de “Tıp öğrencilerinin iç hastalıklarıyla ilgili görüşleri değişti” başlıklı bir yazı vardı.
Archives of Internal Medicine” dergisinin 25 Nisan 2011’de yayınlanan sayısında yer alan bir makalenin haberleştirildiği yazıda özetle söylenen şu:
“ABD’de dâhiliyede uzmanlık yapmak isteyen tıp öğrencisi sayısı azaldı. 1990’da dâhiliye alanında uzmanlık yapmak isteyen öğrenci oranı yüzde 9 iken, 2007’de bu oran yüzde 2’ye düştü.”
Halinden hiç de memnun olmadığı ifadesinden belli olan iç hastalıkları uzmanı Dr. Erkan Cüre bu habere şu yorumu göndermiş:
“Bu performans sistemi dahiliyeyi bitirdi. Dahiliye uzmanı hastanenin en çok çalışan en ağır hastalarına bakan en az dönerini alan gece acile mekik dokuyan kişisidir. İsteyen varsa hala yazsın dahiliyeyi. Biz de pişman olduk ama vakit geçti.”
Durum ülkemizde nasıldır bilemiyorum ama bu satırları okuyunca olaya çok başka bir boyuttan bakan “Dahiliyecimi istiyorum” başlıklı yazımı hatırladım:
Dahiliyecimi istiyorum
Tıp bilimindeki baş döndürücü gelişmelerin birçok olumlu yönleri olmakla birlikte, kaçınılmaz olarak bazı olumsuzlukları da var.
Bir taraftan tomografiler, MR’lar sayesinde vücudun herhangi bir organındaki, henüz hiçbir belirti vermeyen milimetrik tümörler saptanabiliyor.
Anjiyo ile kalbin veya beynin hangi damarının ne kadar daralmış olduğu belirlenebiliyor ve ameliyata gerek kalmadan bu damarı açmak ya da genişletmek mümkün olabiliyor.
Anne karnındaki bebeğe cerrahi bir girişim uygulanabiliyor.
Bardak dibi kalınlığında gözlük camı ile ancak görebilen hastalar, lazerle dürbün gibi gözlere sahip olabiliyorlar.
Bütün bunlar hep tıptaki gelişmelerin, teknolojideki ilerlemelerin ve uzmanlaşmanın getirdiği avantajlar. Belirli bir organın, hatta sadece belirli bir hastalığın uzmanı olan hekimler, elbette o konuda çok daha fazla bilgiye, tecrübeye ve maharete sahip oluyorlar.
Her organın uzmanı var
Günümüzde, artık her organın bir uzmanı var: Böbreklere nefrologlar, karaciğere hepatologlar, kalbe kardiyologlar, kansere onkologlar, kan hastalıklarına hematologlar, mide ve bağırsaklara gastro-enterologlar, akciğerlere pnömologlar, romatizmaya romatologlar… bakıyor.
Hatta bunların bile alt grupları var. Meselâ, pnömologlar yani akciğer hastalıkları uzmanlarının bazıları sadece astımla, bazıları sadece tüberkülozla, bazıları sadece kanserle, bazıları sadece zatürree ile ilgileniyor, diğer akciğer hastalıklarına karışmıyorlar.
Oysa geçmiş yılların ‘dahiliyecileri’ çok fazla tahlile gerek bile duymadan, tansiyondan kalp krizine, romatizmadan anemiye, astımdan zatürreeye, hepatitten gastrite, diyabetten böbrek yetersizliğine kadar her türlü hastalığı hem teşhis ve hem de tedavi ederlerdi.
‘Hariciyeciler’, yani cerrahlardan ise kaçan kurutulurdu. Aldılar mı bisturilerini ellerine, apandisitten ülsere, kırıklardan çıkıklara, hemoroitten safra taşına, kıl dönmesinden kansere bulduklarını keserler, biçerler, dikerlerdi.
Göz doktorlarının da çeşitleri var
Durum, organları ilgilendiren uzmanlıklarda da farklı değil, hatta daha bile kötü. Meselâ, eskiden bir göz hastalıkları uzmanı her türlü göz hastalığına bakar, teşhisini koyar, ilacını, damlasını veya gözlüğünü, lensini verir, gerekiyorsa ameliyatını da aslanlar gibi yapıverirdi hastasının.
Ama bugün öyle değil, göz doktorlarının kendi içlerinde bir sürü alt uzmanlık dalları var artık. Kimi retinacı, kimi kataraktçı, kimi glokomcu, kimi şaşılıkçı, kimi lazerci, kimi lensçi, kimi korneacı…
Üstelik de, retinacı katarakta karışmıyor, korneacı glokomdan anlamıyor, lazerci üveite şaşı bakıyor. Gelecekte sağ göze, sol göze bakan uzmanlar bile türeyebilir, şaşırmayın.
Onun için gözünden bir sorunu olan şöyle gönül rahatlığı ile bir göz hastalıkları uzmanına gitmeye çekiniyor, çünkü glokomu olanın lazerciye gitmesi ile üroloğa gitmesi arasında fazla fark kalmamış durumda.
Aşırı uzmanlaşmanın olumsuzlukları
Bu ‘aşırı uzmanlaşma’ birçok soruna da yol açabiliyor. Meselâ, bir yüksek tansiyon hastası elinde tomar tomar tahlillerle, röntgenlerle doktor doktor dolaşmak zorunda kalıyor.
Önce hipertansiyoncuya gidiyor. Yüksek tansiyonun kalbini etkileyip etkilemediğinin anlaşılması için bir kardioloğun, beyninde hasar yapıp yapmadığının belirlenmesi için de bir nöroloğun, hatta bazen bir nöro-şirürjiyenin kapısını çalması gerekiyor. Şekeri için diyabetçiye, diyetinin düzenlenmesi için bir diyetisyene görünmeden de olmuyor. Tansiyon hapı öksürük yaptığı için akciğerciye, midesine dokunduğu için de bir gastro-enteroloğa uğraması şart oluyor.
Her gittiği doktor da, ultrasondan akciğer fonksiyon testlerine, eforlu elektrodan talyum sintigrafisine, şeker yüklemeden tiroit fonksiyonlarına dizi dizi tahliller istiyor.
Bu gidiş gelişlerde, kuyruklarda beklemelerde başına herhangi bir kaza gelip ortopedi veya acil cerrahiye gitmesi gerekmese bile, sonunda bir psikiyatrist konsültasyonu kaçınılmaz oluyor.
Hadi, gelin de dahiliyeciyi aramayın.
KAYNAKLAR