Çürümüşlük Meselesi…
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın dünkü teşhirleri konusunda bir gazeteci meslektaşım arayıp, görüş istedi.
“AB uyum yasaları çerçevesinde domuz tüketiminin hayatımıza girdiği iddia ediliyor bu konuda siz ne dersiniz” deyince, kendimi tutamadım ve meslektaşıma dedim ki;
Gıda konusunda gıda, ziraat mühendisleri ve akademik çevreler asla konuşmamalılar. Çünkü maalesef “endütriyalizm” daha çok onların gayretleriyle neşvünema buluyor.
(Görmeyenler beni mazur görsün) onlar “gıdayı teknik bir olgu” olarak görmekteler, hâlbuki gıda, sanıldığı gibi teknik bir mesele olmayıp, daha çok “politik” bir mesele halini çoktan almıştır.
Geleneksel tabiî gıda canlıların yaşam kaynağıdır. Oysa endüstrinin kimyasal gıdaları; (dini inançlarınızı hiçe sayması bir yana) ya hayat kalitenizi bozuyor, ya da yaşamınıza son veriyor.
Fıtratları gereği gıdalar temizdir. Lakin insan onu ticari çıkarına alet ettiği için metalaştırmakta, kirletmekte hatta yaşatan değil, öldüren bir maddeye dönüştürmekte. Gıda suçlarının önemli bir bölümü insan hakları ihlâli olup, en ağır cezalarla cezalandırılması gerekir.
Önüne geleni tüketen insanlar ve özelikle de siyasilerin, konunun politik/siyasi boyutunu kavramadan sorunu çözmeleri imkânsız. Bu sadece iktidarların sorunu değil, topyekûn bir insanlık sorunu haline gelmiştir.
Bugün bazı kimseler, Türkiye’nin gıda sorununu -özellikle de domuz mamulü içermesini- AB uyum yasalarına indirgemekteler. Bu doğru değil, hiç de bu kadar basit değil. Çünkü mesele sadece mevzuat sorunu değil, ondan daha fazla ahlak sorunudur.
Ne dünyada, ne de Türkiye’de domuz eti kullanımı yasak değil, yasak olan ürünün etiketine ‘domuz eti’ diye yazmamak veya domuz etini dana eti gibi satmaktır.
Yapılan teşhirler, domuz eti satıldığı için değil, domuz etinin dana etiymiş gibi satılması yüzündendir.
ANA SORUN ÇÜRÜMÜŞLÜK
Kabul etmeliyiz ki, Türkiye’de insanlar gıda konusunda son derece duyarsız, umursamaz durumdalar. Çünkü tüketicilerin milyonlarcası aynı zamanda üretici... Bunca yayına, bunca veriye, bunca bilgiye rağmen ne tüketmeme eylemi, ne de herhangi bir tepki ortaya konulmuyor. Demek ki “çürümüşlük”sadece üreticilerde değil, toplumun geneline has bir durum.
Tepki gösterenlerin önemli bir bölümü de, bir süre sonra kaldıkları yerden yollarına devam etmekteler. Bu umursamazlık sürdüğü müddetçe bize domuz eti de yedirirler, insan eti de.
Türkiye’deki cari gıda mevzuatı; Hıristiyan görünümlü sekülerist zihinle yapılmış bir mevzuat olup, hiçbir dinin hassasiyetlerini esas almaz ve korumaz. Onun derdi; ticari kâr, ekonominin büyümesi daha da önemlisi gizli politik amaca araç olması. Bu mesele bugünün iktidarına ait bir sorun değil, bugünün asıl problemi/faciası; mevcut iktidarca fark edilip değiştirilmeden sürdürülmüş olması…
MEVZUATLAR BÜYÜK SERMAYEYİ KORUYOR
Bugün özellikle 2012’de yapılan gıda mevzuatı ile küçük üreticiler faaliyet yapamaz hâle getirildi. Bu devam ederse, küçük üretici devlerin sigortalısı olmaya mecbur. Yani açık seçik bir küçük üretici düşmanlığı var. Oysa küçük üretici, Allah’tan korkmasa bile hukuktan korkar. Yapılan teşhirler göstermiştir ki, “büyükler(!)” ikisinden de korkmuyor.
DOMUZ, ET OLARAK SATILMIYOR…
Domuz algısındaki ana sorun; piyasadaki domuz ürünlerinin sadece et olarak satılıyor sanılması. Oysa bu büyük bir yanılgı…
Gıda katkı maddelerinin önemli bir bölümü domuzdan elde ediliyor. Bu katkıları dindarı da, ateisti de, küçüğü de, büyüğü de, kısaca ezici çoğunluk sorgusuz sualsiz kullanıyor.
Açıkça söylüyorum ki; neredeyse domuz menşeli gıda katkı maddesi girmemiş ürün, girenden daha az durumda. Domuzdan mamul katkı maddeleri; ekmekten pastaya, şekerden yoğurda, çorbadan meyve suyuna, şekerlerden ilaçlara kadar her yerde karşımıza çıkıyor.
TÜRKİYE’DE DE İYİYİ ÜRETMEK SUÇ, KÖTÜYÜ ÜRETMEKSE SERBEST
Ne yazık ki Türkiye’de de iyi üretmek suç, kötü üretmek ise serbest. Bir an “organik” etiketli ürünü “iyi” olarak kabul edelim. Oysa onu üretmek ağır prosedür ve daha büyük bir maliyet gerektiriyor. Üretim yapma iznini alabilmek için adeta servet ödemeniz şart.
Şayet sağlıksız ve kötü üretim yapmak isterseniz, bütün yollar açık olduğundan, bir beyanla üretim izni alırsınız. Böyle bir dünyada ‘iyilik suç,’ ‘kötülük’ ise yasal kılıfla korunur hâle gelir ki, yaşadığımız şey tamda bu...
PEKİ, NE YAPMALI?
İlk olarak, seküler Hıristiyan kültürünün ürünü mevzuattan bir an evvel kurtulmamız gerek.
İkincisi,teşhir cezalarının yanı sıra ağır hapis cezaları getirilmeli.
Üçüncü olarak, “Türkiye Denetim Kurumu” isimli bir özerk kurum kurulmalı ve bakanlıkların denetim yetkileri, tüm alanlarda örgütlenecek bu kuruma devredilmeli. Bu kurumun kurulları; üretici örgütleri, tüketiciler, yerel yönetimler, bakanlık temsilcileri, üniversiteler gibi temsilcilerden oluşmalı.
Dördüncü ve belki de en önemlisi, bu ürünleri tüketen insanların içine düştüğü vurdum duymazlık ve umursamazlık hastalığına son vermeleri gerekliliği.
Muhabir arkadaşa söylemediğim bir madde ise, din adamlarının bu konuda bilgi edinmeden veya yanlış kaynaklardan yanlış bilgiler edinerek konuşma/yazma hastalığından ivedilikle kurtulmaları veya susmaları.
Bu konuda görüşlerini dile getirenlerden biri de saygıdeğer Prof Dr Hamdi Döndüren hoca. Gerçekten konunun detaylarına vakıf olmadan öyle fetvalar veriyor ki, insanı kahrediyor. Hamdi hocamızın iyi niyetinden asla kuşku duymam, ama gıdanın günümüzde kazandığı yeni boyutu, 7-8 yüzyıl önce kaleme alınmış eserlerdeki fetvalarla çözmenin imkânsızlığını hocamızın da görmesini diliyoruz.
Netice itibariyle sorun tümüyle politik bir sorun olup, Türkiye’de midesine domuz veya mamulü girmemiş kimse ne yazık ki yok gibi. Daha da vahimi bu hayvana ait ürünlerin tüketimi her gün artarak devam etmekte…
Elbette bugün gıdadaki tek sorun domuz değil. Lakin bu yaratık, özelde Müslümanların, genelde ise bütün İnsanlığın en büyük imtihanı ve bu imtihanı aşmadan başkalarını halletmemiz imkânsız.
kültür bunu biliyor ve tüm kurgusunu buna göre yapıyor.