Çocukla Yolculuk (II)
Evet, evet bal gibi de yaşıyordu işte, hem yaşayan sadece o değil ki başkaları da yaşıyordu bu topraklarda. Birden ailesi, çocukları ve demin kasabadan ayrılırken ortaokula gitsin diye bu kasabaya akrabalarından birinin yanına yerleştirdiği küçük oğlu geldi aklına. Gözleri nasıl da dolu doluydu, nasıl da boğazında düğümlenmişti kelimeler, nasılda koymuştu ayrılık. Adam yine bir hüzün fırtınasının her tarafını sardığını his etti ama kendini teselli etmek için "yaşıyorlar işte" dedi. Oğlunu düşünmeye devam etti. Tıp fakültesini bitirmiş üstüne de çocuk ihtisası yapmıştı, anlatılanlara göre çok isabetli tanılar koymakta, yazdığı ilaçlar hastalara birebir gelmekteydi. Üstelik vicdanın sesine kulak verir, insanları hiçbir zaman ticari meta olarak görmezdi. Aslında daha küçükken zeki olduğunu her defasında gösterirdi. Dil öğrenmekte de kabiliyetliydi.
İlkokul üçüncü sınıftayken "ova" ile "kova"yı karıştırmasını saymazsak yaşıtları içinde Türkçeyi en hızlı ve en düzgün öğrenenlerden biriydi. En azından her izne gelişinde köyün öğretmenleri öyle derlerdi. Öyleyse neden daha çok gelişmek için Almanya ya gitmesindi? Birden küçük kızla olan diyalogunu hatırladı "zaten buradaki de yaşam mi ki", hem doktor olarak Almanya'da bulunmakla işçi olarak bulunmak ta farklı şeylerdi. Yine Bulgar şiirini hatırlar gibi oldu ama zihninde belirginleşmesine izin vermedi.
Uşak'ın bir köyünden biraz halini vaktini düzeltmek, belki köydeki tarlalarına bir parça ilave etmek ya da bir traktör alabilmek umuduyla bir yıllığına Almanya'ya gelen Hacı Abdurrahim'i hatırlar gibi oldu; 30 yıl geçmiş, köydeki güzelim bahçeler viraneye dönmüş, Hacı ailece yerleştiği Almanya'da Massey Ferguson traktör yerine 15 yaşındaki külüstür bir arabaya sahip olduğuna şükreder duruma gelmişti. Ayrıca da bağırsak kanseri olduğu için de en azından emeklilik ve sigorta hizmetlerinden faydalanırım düşüncesiyle Almanya'daki 60 metrekarelik evine sıkıca yapışmıştı. Hani Almanya'da eski Almanya değildi, artık emekli maaşıyla geçinmek sadece bu çöp ayıklayan çocuklarınkinden biraz daha iyi bir yaşam demekti.
Bir an Abdurrahim amcanın Almanya'da büyümeden tükenişiyle Fırat’ın Şatt'ü-lAarap'taki son buluşunu hatırladı. Gerçekten her biri kaynaklarından binlerce kilometre uzakta büyümek uğruna yitip gitmişlerdi. Bu da işine gelmedi, Oğluma dönmeliyim, "bak yine yarım bıraktım" dedi ve zaten onda birçok şeyi yarım bıraktığını hatırladı: Küçüklüğünde onu kucağına aldığında yüzünde gördüğü güvenlik ve sevinci hatırladı, ekim ve hasat aylarında eşeksırtında birlikte tarlaya gidişlerini, bahçedeki duvarları betonarme havuzda ona yüzme öğretişini de hatırladı. Bunlar ilk anda aklına gelen yarımlardı.Tekrar oğluna döndü; duydukları doğruysa birçok ülkedeki pek çok faaliyet Almanya‘dan finanse ediliyordu. İnsanlar dernek/ vakıf denilen yerlerde bir araya geliyor, bu toplantılarda yüklüce paralar toplanıyormuş. Üstelik bu işlerin çoğunu da ne iduğü belirsiz insanlar bin bir kuşku içinde başarıyormuş. Kendi oğlu gibi başarılı bir geçmişi ve parlak bir mesleği olan hemi de anadili gibi Almanca konuşan birisi pekâlâ bu işin alasını yapabilirdi.
Öyle ki Almanlar dahi ona destek verirlerdi- canım gâvur dediğin de hep birbirinin aynısı değil ki, onların da içinde ustabaşılar Karl gibi iyi insanlar da vardı. Aniden beyninde bir şimşek çakıverdi, gördüğü aslında deminki küçük kızın şimşeğe dönüşmesinden başka bir şey değildi ama bu kez onun gelişine sevindi, derin bir nefes aldı. Kendini tekrar şöyle bir yokladığında kendisiyle gurur duyduğunu fark etti. Küçük kıza tekrar yöneldiğinde birden onun şimdiye kadar gördüklerinin içindeki en güzel çocuk olduğunu düşündü ardından buna bir anlam vermek isterken oğlunun birkaç gün önce okuduğu kitaptan ona gösterdiği bir cümleyi hatırladı "ihtişam baktığın şeyde değil bakışlarında olmalıdır" diyordu. Bakışının değiştiğini fark etti. Kızcağıza yakında ülkede çok şeyi değiştirecek çocuktan söz etti. Mekke'nin dağlarından değilse bile Anadolu'nun bayırlarından insanların ellerinde demir, mizan ve kitapla
çöp yığınlarına yöneleceklerine olan inancını kendinden emin bir edayla belirtti. Birbirlerine de çok alışmışlardı, Almanya'ya kadar hiç ayrılmadılar. Ta ki iki hafta sonra bir telefon çalıncaya kadar:
Adam bütün benliğiyle isyan etti, Amansız bir evlat acısı adamın yüreğinden başlayıp bütün benliğini kül ederken küçük kız yine eski ümitsizliği içinde bir çöp yığınının başında lanet okuyordu.