Çin’le Yatan Japon Kalkacak…
Günümüzde referansını siyaset bilimi yada ekonomiden veya her ikisinden birden alan araştırmaların pek çoğunda küresel-global/bölgesel sorunlara ilişkin yapılan analizlere “Çin, Avrasya, Çin’in Büyümesi, Çin’in İhracatı, Geleceğin Süper Gücü, Yeni Güç Dengesi, Çin Yüzyılı” gibi alışıldık ifadelerle girmek moda olmuş ve bir çok çalışmada bu kavramlar anahtar kelimelere dönüşmüştür. Bu kavramların çalışmalardaki azlığı yada çokluğu sorunu doğuran faktörün, çalışmanın ele aldığı konu yada konular içindeki dominantlığına göre değişiklik gösterebilmektedir.
1980’lerde kapitalizmde yaşanan büyük değişimle eş zamanlı olarak Devrimci Çin’de baş gösteren büyüme ve sistem değişimi, bugün önemli mesafeler kat etmiş ve küresel ekonomik ve politik sistem içerisinde Çin önemli bir varlık haline gelmiştir. Çin 1960’ların “Nükleer Tehdit” içeren katı totaliter devletinden “Pazar Sosyalizmi” gibi kendine özgün bir sisteme başarılı bir geçişi yapabilen güçlü ekonomisi ile tüm dengeleri etkileyen, günümüz güç dengeleri içinde “Soft Power” olarak tanımlanabilecek ikincil düzeyde de olsa dışlanamaz/ötelenemez bir varlığa dönüşmüştür. Ancak gelişmeler ve olaylar bu yeni gücün uluslar arası ilişkilerdeki zaman kavramı ve literatür için çok da uzun sayılamayacak bir dönem içerisinde birinci düzeyde ağırlığı olan tartışılmaz söz hakkı olan bir güce dönüşeceğini göstermektedir.
Tarihten beri içerdiği coğrafya ve barındığı nüfus dolayısıyla her zaman önemli bir varlık olarak kendinden söz ettiren Çin, 1911 yılında başladığı modern tarih macerasına 1949 Maoist Devrimle devam etmiş 1945’te ise iki cepheye bölünen dünyanın sosyalist kanadını da kendi içinde ikiye ayırmıştır. Bu tarihten sonra ise Soğuk Savaşın önemli bir tarafı olarak az gelişmiş ülkeler bağlamında etkili olmuştur. Ancak Çin’in günümüzde bu kadar önemsenmesini başlatan süreç 1979 yılı ile başlar. Kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek önemli bir büyüme sürecini başlatan Çin bu tarihten itibaren Pazar Sosyalizmi gibi kendine özgü bir ekonomik sisteme geçmiş ve siyasal bakımdan da önemli değişikliklere giderek hem içerde hem dışarıda önemli açılımlarla kesintisiz bir başarı trendi yakalamıştır. Kesintisiz süren bu değişim, gelişme ve büyüme süreci bölgesel güç niteliğindeki Çin’e sistemik bir birikimin sonucu olarak önemli bir ağırlık kazandırmış ve bugün Çin, dünyada uluslar arası ilişkileri etkileyen her türlü parametre için önemli bir belirleyici yada değişken niteliğindeki “Global Denge Unsuru” konumuna yükselmiştir.
Çin’in bölgesel yükselişini hızlandıran gerek içsel gerekse çevresel ve global ölçekli dinamikler vardır. Çin’in kendi iç dinamiklerinin başında demografik faktörler gelir. Aynı zamanda Çin’in yerleşik kültürü ve tarihin eski saray geleneklerinden birisine sahip olması toplumun şu veya bu şekilde bir arada tutulmasını sağlarken sahip olunan devlet geleneği kendiliğinden bir dinamizm yaratmaktadır.
Çin’i günümüz siyasal ve ekonomik sistemine güçlü bir şekilde dahil eden önemli faktörlerden bir tanesi de Japonya faktörüdür. 1950’lerden itibaren Amerikan sermayesinin ana üssü görevini gören Japonya 1970’lerden itibaren dünyanın en gelişmiş ekonomisi sıfatını taşımaya başlamıştır. Daha sonra çevresindeki daha sonra Asya Kaplanları olarak anılacak ülkelere hem deneyimlerini hem de sermayesini ihraç ederek bölgede önemli bir sermaye ve sanayi birikimi ve deneyiminin önünü açmıştır. Doğu Asya ve Güney Doğu Asya’nın dışa açık tüm ekonomilerinin lokomotifi niteliğindeki Japonya 1980 sonrası süreçte doğuda yeni bir ekonomik güç merkezi ve alanı yaratmıştır. Bu etkileşim doğal olarak 1979’dan itibaren kendini yenileyen Çin için önemli bir altyapı sağlamıştır. Bugün Çin’in yakaladığı büyümenin ve ivmenin temelindeki önemli faktörlerden birisi kuşkusuz Japonya’dır. Bir nevi “Körle yatan şaşı kalkar” durumu söz konusudur.
Çin’in günümüzdeki üretim dinamizminin ve ülke pazarlarına kolaylıkla girebilmesinin temelindeki bir diğer önemli faktör ise devrim yıllarında sürgün giden ancak gittiği ülkelerde sermaye sahibi olan çok uluslu Çinli işadamlarının varlığıdır. Her ne kadar Çin yönetimince sürgün gitmiş olsalar da bu kişilerin hepsi “Milliyetçi Han Çinlileri”dir. Bundan dolayı bu işadamlarının mevcut Çin güçlenmesine yaklaşımları milliyetçi duygularla beslendiği için ülkedeki yönetimin komünist kimliği onların ülkelerine yatırım yapmalarına ve ülkelerinin ürünlerini dünyanın dört bir yanına pazarlamalarına engel değildir. John Naissbit’in “Megatrend’s” isimli eserinde bu tip işadamlarının sayısı daha 1980’li yıllarda 55 bin civarında olarak verilmektedir. Günümüzde bu sayının yüz binleri geçmiş olması muhtemeldir.
Sonuç olarak yerel, bölgesel ve küresel dinamiklerden güç alan bir Çin ekonomisi ile karşı karşıyayız. 1980’lerden beri çok az istisna ile Çin ekonomisi her yıl % 10’un üzerinde büyümektedir. İlk zamanlar “Çin Malı” kavramı ile ifade edilen kalitesizlik damgasından da yavaş yavaş kurtulmaya başlayan Çin üretimi modern batının üretim biçimleri ile dişe diş rekabet eder bir konuma yükselmiştir.
Zamanında nasıl ki Japon faktörü Çin’i yaratmışsa bugün Çin ekonomisi de kendisi ile başa baş ilişkiye girebilen ekonomi ve siyasal sistemleri hele de şu krizli dönemde güçlü bir şekilde ayakta tutan yegane faktör olacaktır.
Ekonomik büyümesini “Şanghay İşbirliği Örgütü” ile askeri alana da taşıyan Çin, önümüzdeki yüz yılın kuşkusuz lider ülkelerinden birisi olacaktır. Şanghay ve kendi özel dış politikası çerçevesinde hem Orta Asya’da hem de Afrika ve Latin Amerika’da Amerika’yı sürekli gerileten Çin artık önemli bir ekonomik, siyasi ve askeri güçtür. Dünyanın hangi ülkesi söz konusu olursa olsun bu üç alanda Çin faktörünü göz önüne almayan bir ülke mutlak surette reel dünyanın dışında kalacaktır. Bu bakımdan Amerika’nın dünyanın geri kalanındaki bir çok politikasını askıya alarak Irak ve İran üzerinden Orta Asya’nın batısına girme çabası ve Afganistan’la Pakistan üzerinden de güneyine girme çabası boşuna değildir.
Bu bakımdan Türkiye’nin de önünde önemli açmazlar vardır. Bir yandan Amerika’nın orta Asya politikasının piyonu görünümü sergilerken diğer yandan dünyanın gelecekteki “hard power” gücü ile olan ilişkilerinin geriye doğru gidiyor olması gelecek için önemli sorunlar yaratacaktır. Türkiye, Sovyetlerin dünyayı ikiye böldüğü dönemdeki gibi dünyanın bir yarısını görmezden gelen bir politika demetine sarılır da doğudan yükselen gücü görmezden gelirse yakın bir zamanda ne Ortadoğu’da ne de dünyanın başka bir bölgesinde kendisine hareket alanı bulamayacaktır. Her ne kadar bugün “derin stratejiler” olarak lanse edilen bölgesel bir takım çabalarla politika yapıcılar kendisini savunsa da büyük güçlerin birbirine dişlerini gösterdiği bir zamanda Türkiye’nin kendisini bir tarafın gölgesine atmaktan başka şansı olmayacaktır.
Çünkü
Ülkelerle diplomatik ilişki kurmak başkadır, ülkelerle askeri, sanayi ve ekonomik işbirliği yaparak askeri, sanayi ve ekonomik gücünü artırmak başkadır. Bugün gerek ASELSAN’ın gerekse diğer sanayi kurumlarımızın yerli üretim diye övündüğü hiçbir silahın teknolojisinde bir batı ülkesinin adam akıllı katkısı yoktur. Bu yerli üretim hamlesinde asıl katkı ilginçtir ki Rusya ve Çin’e aittir.
50 yıllık müttefikimiz en dar zamanlarımızda ambargolarla kolumuzu kanadımızı kırarken Çin sayesinde askeri üretim yeteneğimizi geliştirdiğimiz bir dönemde yeniden Amerikancı bir eksene oturarak tüm dünyanın gözetmek zorunda olduğu Çin faktörünü görmezden gelmek Türkiye’yi gelecekte yine Amerikan peyki bir ülke olmaktan öteye götüremeyecektir.
Çin in de AB nin de yükselşinde ve hatta japonyanın oluşumundaki güç ABD dir. AB nin bir geleceğinin olacağını hiç sanmıyorum. AB milliyetçilikten uzaklaştıkça bitecektir. Ç in de inadına milliyetçi ruhuyla kalkınmaktadır.
Çin in dili ve saray kültürün büyük bir kazançtır bence. Ne kadar zor öğrenilen bir dile sahipseniz o kadar az dejenere olursunuz.
Biz mesela buna en iyi örneğiz dilimiz kalmadı.
Çin saray kültürü de çok önemli ve bunda da biz hata yaptık bence. Osmanlı saray kültürünü yaşatamadık.
Çin bilgeliğini de unutmamak gerekir.
sadece ABD de ki Çin işadamları ve çin ticari işletmeleri bizim bütçemizi katlar sanırım
Biz çok beceriksiziz maalesef
Kasım 11th, 2009 at 14:41Merhaba,
Çin'in gelişme ve kalkınma deneyiminde iç dinamiklere öncelik vermene katılıyorum.
Ancak bildiğiniz gibi, kalkınma süreçleri iç ve dış çok sayıda faktörün biçimlendirdiği oldukça zor anlaşılabilen karmaşık konulardır.
Son zamanlarda P. Krugman'ın ve Atilla Sönmez'in çalışmalarında bu bölgedeki kalkınma başarıları toplam faktör verimliliklerine bağlanmaktadır.
Çin ve Hindistan gibi Asya ülkeleri yüksek emek üretkenliği ve büyük sermaye birikimleriyle son olarak yaşanan 2008 krizi ortamında da büyümeyi başarmışlardır. Bu eğilim sürecek gibi görünmektedir.
Halil Bey, sizi kutlarım, sevgilerimle..
Kasım 11th, 2009 at 15:35halit
Hocam,
Zaten Çin'e üstünlük sağlayan dışardan gelen sermayenin üretken niteliklerle donatılarak -sürekli üzerinde durduğunuz biçimde- verimlilik esasına göre değerlendirilmesidir.
Para Japonya'dan, çokuluslu Çinli işadamlarından, emek Çin içinden, dinamizm Çin'in kendi Konfiçyüsyan kültüründen... Staretji ise Sun Tzu'dan (Çinli firmaların Sun Tzu'nun strateji tanımından etkilendiği söylenir). Herşey hazır. Yönetime de helva yapmak düşmüştür.
Ayrıca bugün hala kriz ortamında bile % 7,1 büyüyen bir ekonominin durumu ancak verimlilik ile açıklanabilir.
Bize düşen ise buradan dersler çıkarak modelin ya da başarının Türkiye'ye uyarlanabilirliğini tartışmak ve ülkemiz için çözüm önerileri geliştirebilmek.
Kasım 11th, 2009 at 16:26Saygı ve Selamlarımla.
Halil
"Türkiye'nin önündeki açmazlar" yerine "Türkiyenin önündeki alternatifler" denilebilir miydi diye düşünüyorum.
Kasım 13th, 2009 at 21:56Ekonomik anlamda Türkiye'nin seçimi, geleceğini de belirleyecek.
Yani büyüme hızı düşen,krizlerle boğuşan bir ABD ve AB ekonomisi ile mi ilişkileri geliştirmeye çalışacak ? Ya da kriz tanımadan büyüyen doğu ekonomisine entegre olmaya mı çalışacak ?
Bu arada sayın Özaltın'ın değerlendirmelerine katılmıyorum. Yani, Çin,AB ve Japonya ekonomilerindeki itici gücün ABD olduğunu düşünmüyorum.
Diğer yandan önümüzdeki günlerde ABD'deki finans krizi olarak başlayan krizin giderek derinleşme trendine gireceğini düşünüyorum. Özellikle ABD para biriminin uluslar arası ticarette değişim aracı olarak kullanılmak istenmeyişi de bunun en büyük nedenlerinden birisi.
Saygılar...
Üstad,
Açmazlar derken, şu an içinde bulunmakla zorunlu hale getirildiğimiz iç ve dış politika tercihlerini kastetmiştim.
Ancak, öneriniz önemli.
Çünkü afaki gibi gelse de 21. yüzyılın ilk çeyreği barındırdığı tüm tehlikelere karşın Türkiye için bir fırsatlar dönemidir.
Bu fırsatların en önemlisi de kuşkusuz içi kof batıya karşın ışığı yükselen bir doğunun hem de yanıbaşımızda durmasıdır.
Zaten bu yazı bu anlamda yapılmış uzun bir çalışmanın giriş kısmından ufak bir özettir.
Aslında kendi açımdan daha söylenmiş bir şey yok bu konuda. Çünkü doğu büyük bir alternatif ve hem tecrübesiyle, hem kültürel askeri ekonomik ve siyasi entegrasyon olanaklarıyla büyük bir kapı.
Tek sorun bu kapıyı tıklatacak bir siyasi irade.
Bu kapıyı dört kişi (şaşırtıcı bir uyumla hem de) tıklatmıştı.
Rahmetli Ecevit, Bahçeli, Sezer ve Kıvrıkoğlu...
Biliyorsunuz Rahmetli Ecevit'i beze belediler, Bahçeli hala bedel ödüyor, Sezer'e hala cemaat yönlendirmesiyle sövülüyor, Kıvrıkoğlunu ise Ergenekon sarmalında yemeye çalışıyorlar.
Burada ABD ekonomisi ve dolar mevzusuna küçük bir pencere açmak isterim:
ABD, 11 Eylül sonrası ilk hamlesini sıfr Çin-İran bağlantısını kesebilmek için direkt hiç ilgisi olmadığı halde Afganistan'a yaptı. Bu arada yorum yapan/yapacak arkadaşlardan ricam şu ki, bir atlas alarak adı geçen ülkelerin nerede olduğuna ve bir baksınlar ve siyasi haritanın yanında coğrafi haritanın da içeriğini okumaya çalışsınlar.
Afganistan operasyonu ile Orta Asya Cumhuriyetlerinde elde ettiği üsler ve Afganistan'daki askeri varlığı ile İran-Çin bağlantısını fiilen ve coğrafi olarak kesen ABD direkt Irak'a yönelmiştir.
Bunun da ilk nedeni o dönemde petrol ticareitnde dolar harici para birimlerini kullanmaya başlamasıdır.
Selam ve Saygılarla
Kasım 14th, 2009 at 00:14Halil