Çileye Devam
“Ekonomik Krizim” yazısında olayların bitmediğini, sürüp gittiğini söylemiştim. Sıra geldi bu olayların nasıl çile hâlinde devam ettiğine…
Bu arada hatırlatayım: Olaydan sonra kredi kartıma ödeme yollamıştım. Dijitalciler yememiş içmemiş, saniyesinde çekmişti parayı. Haklarıydı tabii…
Dönelim çilemize…
O gün bir arkadaşımla buluşacaktım.
Televizyon yayınını kapattırma kararı aldığımdan dekoderi yerinden söktüm, tıktım bir poşete. Hazırlandım, evden cıktım.
Hafif hafif yağmur yağıyordu. Yanımda çok kısıtlı bir para vardı, ancak gidiş geliş toplu taşıma, belki bir çay kahve içebilecek kadar... Her şey hesaplıydı. Annem teslim edeceğim bayinin yerini tarif etmiş, on beş dakika yürümeme rağmen olması gereken yerde görememiştim. Dalgın bir günümdeydim. Eminim, aklım başka bir yerdeyken geçip gitmiştim. Hemen önümde beliren bir dükkâna sordum:
- “Af edersiniz buralarda bıdı bıdı bayii olması lazımmış tam olarak nerede acaba?”
-“ İki yüz metre yürüyün, sağ tarafta göreceksiniz.”
Birkaç tane iki yüz metreyi yürüdükten sonra, yorgunluktan bitap düşmüş bir hâlde yeniden sordum. Bu sefer tarif eden yaya bir amcaydı;
-“ Sen şimdi yüz elli metre yürü, sağa kıvrıl, hemen orada.”
Nasıl biz göz varsa insanımızda… Metre hesabıyla cevap verirler her zaman.
Oflamaya başlamıştım, tek çizgilik şarjı kalan telefonum çantamın derinliklerinde acı acı çalmaya başlamıştı. Arkadaşım arıyordu muhtemelen. Bavul gibi çantanın içinde her zamanki gibi bir ben eksik olduğumdan, ona ulaşana kadar telefonumun kapanmaması için dua ediyordum. Kapanırsa kontörüm olmadığından arayamazdım. Diğer elimdeki dekoder torbasını yere koydum, alelacele çantamı eşelemeye başladım. Kulağımdaki müzik çaların kablosu atkıma dolanmış, çantamın sapıysa bunların çözülmesini engelleyecek şekilde hepsinin üstünden bastırıyordu. Evden çıkmadan topladığım saçlarım müzik çalar, atkı, çanta üçlemesine karışmış; aynı zamanda paltomun fermuarına sıkışmış, çözülemez bir düğüm hâline gelmiştim. Hepsi sanki bir bubi tuzağı kurmuş gibi eğleniyordu benimle… Ağlamak üzereydim. Arkadaşım aramaya devam ediyordu. Ne olur kapanmasın diye dua ederken güç bela telefona ulaştım.
-“Alo? ” dedim.
Ses yok!
Telefona baktığımda batarya tamamen bitmiş, telefon kapanmıştı. Görüşeceğimiz yeri kararlaştırmamış, daha dekoderi bile teslim edememiştim. Ne yapacağımı bilmez hâldeydim. Bir yandan bayiyi ararken diğer yandan da yeniden paramı hesaplıyordum.
“Hımm! Bu gidiş param, bu dönüş param, bu çay param...
Çay içmezsem ankesörlü telefon kartı alabilirim, evet evet kart almalıyım. Hem ben çay içmeye değil, arkadaşımla sohbet etmeye gidiyorum. Yeniden bir dükkâna girdim, yeri sordum.
- “Bacım, sen şimdik dümdüz yokuş yukarıya çık, ilerde” .
- “Çok mu ileride?” ,
- “Yok ama beş on dakika daha yürürsün” ,
- “Yani ileride!”,
- “Evet abla.”
Teşekkür ederek çıktım. Bu arada yağmur iyice hızlanmıştı. Bir anda “çatt” diye bir sesle irkildim. Çantamın sapı çıkmış, doğa kanunları gereği o da yere çakılmıştı.
Off yine bir off!…
Sapı yerine geçirip etrafa baka baka yürümeye devam ederken, ankesörlü telefonu buldum. Buldum ama gücüm de son bulmuş gibiydi o an…
Telefonun öbür ucunda arkadaşımın sesini duyar duymaz, bezgin ve sinirleri gevşemiş bir şekilde konuşmaya başladım:
“Sen plan yap ben gelemeyeceğim.”
Sinirlerim laçka olmuş sesim anlaşılmaz boyutlara ulaşmış, ben bile kurduğum cümleyi anlayamaz duruma gelmiştim. Arkadaşım, dekoderi onlara bırakırsam yarın oradaki bir bayiye götürebileceğini söylemiş, biraz olsun beni sakinleştirmeyi başarmıştı.
Bu günlük bu kadar. Yarın da "Kriz içinde Bir Mucize" diyelim. Kalın sağlıcakla.
Krizin etkilerini sıkısıklıktan basına gelebilecekleri harika bir dille anlatmıssınız. çok heyecanlı gidiyor .
Temmuz 13th, 2009 at 16:12