Cefakâr Türk Emniyet Teşkilatı
Türk Emniyet Teşkilatı’nın 163. yıldönümü kutlanıyor. Öncelikle, en tepe noktasından, en alt kademesindekine kadar, tüm teşkilat mensuplarını canı gönülden kutlarım.
Bizim mesleğe ilk başlangıç da doğal olarak polis muhabirliği ile adım atmayla başlar.
Yıllarca kah polislerin peşinde koşarsın, kah onlarla birlikte olayların peşinde...
O yıllarda zaten polis muhabirliği yapmayana, gazeteci gözüyle de bakılmazdı.
Şimdilerde ise büyük çoğunluk bırakın polis muhabirliği, muhabirlik dahi yapmadan, tepeden inme köşe yazarlığına atlıyor.
Oysa ki, köşe yazarlığı gazeteciliğin son aşamasıdır. Artık sokaklarda haber peşinde koşmaktan yorulmuşsunuzdur, bu arada meslekte de bir hayli pişmişsinizdir ve tüm bu bilgi birikiminizi, size ayrılan köşeden okurlarınıza aktarmaya başlarsınız.
Konu, Türk Emniyet Teşkilatı olunca, bizim de ister istemez polis muhabirliğimiz sırasında, bizzat yaşadığımız bir-iki olay aklımıza geldi.
Bugün bu anılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yıllar yıllar önceydi. Şimdi ki gibi her muhabirin elinde bulunan telsizle polisin takibini yapmak neredeee!..
Cağaloğlu’nda bulunan gazete binasından, sırtınızda on kilonun üzerindeki fotoğraf makineleri ve koca teybinizin bulunduğu çanta ile fırlar, “Bizim Yokuş” denilen yokuştan aşağı uçarcasına iner, Sirkeci’deki Sansaryan Han’daki asayiş büroya inerdik.
Artık oradaki ilişkilerle oluşturduğunuz samimiyet çerçevesinde, kah amirlerden, kah komiserlerden, kah da polislerden, bilgiler almaya çalışırdık.
Yine böyle günlerden birinde, Asayiş Büro’da bir koşturmadır gidiyor. Telsizler cayır cayır çalışıyor, bir takım talimatlar veriliyor. “Amanın, neler oluyor, neler bitiyor abiler, bize de söyleyin ne olur?” diyerek, haberin kokusunu almaya çalışıyoruz.
Saatler sabahın daha ilk saatleri olduğu için, bütün polisler daha şubeden dışarıya çıkmamış durumda.
Öğrendik ki, Cağaloğlu’ndaki Halk Bankası’nın kepenklerine bombalı pankart asılmış.
Bilenler bilir, o yıllarda çok modaydı, böyle pankartlar asmak. Pankartın bir köşesine, bir iple sallandırılan bir paket asılır, bunların büyük çoğunluğu da bomba süsü verildiği için, yanına kimse yaklaşamaz ve üzerindeki örgüt sloganı, etrafa toplanan yüzlerce kişi tarafından rahat rahat okunurdu.
İşte o yıllarda bomba imha uzmanları, bugünkü gibi kurşungeçmez kıyafetler, başlıklar ve eldivenleri bulamadıkları için, günlük kıyafetleri ne ise onunla gider, pankartın kenarından sallanan bombayı imha etmeye çalışırlardı.
Dediğim gibi büyük çoğunluğu da bomba süsü verilmiş olduğundan, artık polis de biraz da bunun verdiği cesaret ile çok fazla emniyet önlemi almadan çıplak elle paketi açıp, içindekileri de ortaya çıkartıp süs mü, gerçek bomba mı olduğunu anlamaya çalışırdı.
Ben de, caddenin karşı tarafından makinelerimi hazırlayıp, sıra sıra bulunan ağaçlardan birine omzumu yaslayıp, fotoğraf çekmeye başladım.
Bir bomba imha uzmanı polis, her zamanki gibi gelip, elinde bir çakı ile pankartın iplerini bulunduğu kepenklerden indirdi, yere serdi ve ucunda bulunan paketi de açmaya başladı.
Bulunduğum yerden, kare kare fotoğraf çekiyordum. Haa bu arada, şimdiki gibi dijital makineler olmadığı ve bir makara filmi de en az 5 haber için kullanma zorunluluğumuz bulunduğu için, en tasarruflu şekilde çekiyor ve en iyi kareleri yakalamaya çalışıyordum.
Yere serili pankartın ucundaki paketi eline alıp da, üzerine sarılı bant ya da ipi kesmeye çalışan polisin de fotoğrafını çekmeye çalışırken, kulakları sağır eden bir patlama ve ardından patlamanın yarattığı basın ile yaslandığım ağaçtan, geriye savrulup, 2-3 metre arkamdaki duvara çarptığımı hatırlıyorum.
Sanırım o sırada deklanşöre de basmış olmalıyım ki, daha sonra film banyo edildiğinde patlama anında yaslandığım ağacın yapraklarını ve dallarını çekmişim...
Bu arada, o bombayı imha etmeye çalışan zavallı polis memurunun paramparça olduğunu da söylememe gerek yok sanırım.
Hayatımda ilk kez, gözlerimin önünde bir insanın, bir polisin paramparça olmasını görmüştüm. Korkunç bir şeydi. Ben dahil, etrafta olayı izleyen vatandaşlar ve diğer polisler, olduğumuz yerde bir müddet donup kalmıştık. Kimse yerinden kımıldayamıyordu., Adeta herkes bulunduğu yerde donmuş kalmıştı.
Ne kadar süre geçti hatırlamıyorum, ama yine ilk koşturanlar yine gözümüzün önünde parçalanan polisin, diğer polis arkadaşları olmuştu.
Onlar da, sağa sola savrulan kol, bacak, gövde parçalarını toplayıp, bir araya getirmeye çalışıyorlardı.
Uzun süre kendime gelemediğimi biliyorum. Yaşadığım travmanın etkisiyle bir müddet magazin muhabirliği yapmıştım. Çünkü, polis gördüğüm zaman ister istemez, gözümün önünde parçalanan o zavallı polis memuru aklıma geliyordu.
Evet, işte bu ve buna benzer bir çok olaya şahit olmuştum, mesleğimizin ilk yıllarında.
Şu an dahi bu yazıyı yazarken, tüylerimin diken diken olduğunu, o olayı bir kez daha yaşadığımı hissediyorum.
O polis gibi bir çok polis daha bu şekilde şehit olmuştu, ne yazık ki...
Bir kez daha Polisimizin günü kutlu olsun...