Çatışma Yerine Sevelim Sevilelim
Bir insanı anlamak, onun her hareketini doğrulamak demek değildir. Bir
insanı anlamak, onun koşulları içinde değerlendirmektir. Yoksa hiç kimse
bir hakim ya da Tanrı gibiymişçesine, bir diğerini yargılamak hakkına sahip
değildir.
İnsan *aslında, dünyada tek başına ve onun kaderine ilgisizmiş gibi duran
evrenin içinde yapayalnızdır. İşte bu gerçeği görmek ve kabul etmek
zorundayız. Ve bu sorunu, insanların kendi başlarına göğüslemekten başka
çareleri de yok gibi gözükmekte...
Bunu, onlar için çözecek doğaüstü bir güç de bulunmamaktadır. İnsan,
kendi sorumluluğunu bilmek, bunu üstlenmek ve hayatına ancak kendisinin, o
da kendi içsel güçlerini (sevgi, akıl ve üretici güçler) geliştirip,
onların meyvelerini oluşturarak bir anlam verebileceğini, artık iyice
anlamalıdır.
Tek bir çözüm var: Gerçeğin gözünün içine bakmak.
Yirmi yaşındaki gençlerden, ileri yaşlardaki başarılı işadamlarına kadar
birçok insan, artık kendilerinden başka hiç kimseye ihtiyaç duymayacak
derecede katılaşmalarının suçunu da talihsizliğe atarlar. Onları seven
hiç kimsenin bulunmadığını, hiç bir yakın arkadaşları olmadığını ileri
sürerler ve kendilerini "şanssız" olarak nitelendirirler.
Ama bu yalnız ve sevgisiz kalış, aslında bir şans işi değil, onların
kendi seçimlerinin sonucudur. Çünkü yardımseverlik, dostluk, duyarlılık ve
şefkat gibi özelliklerini kaybetmek, onların suçudur. Böyle katı, içe
kapalı ve dokunulmaz ya da "acı çekmez" hale gelmekle, bir zafer
kazandıklarını sananlar çoktur.
Kişinin kendini sıkan ve daraltan bağlardan sıyrılabilmesi için, ilk önce
en büyük engelden ve hapisten, yani bencillikten kurtulması gerekir. Bunu
gerçekleştirebilmek ise, bağlanılan şeylerden ayrılmayı bilmeye, bölüşmeyi
ve paylaşmayı öğrenmeye ve ilk adımlarla beraber doğacak olan "her şeyi
elinden kaçırma korkusuna" karşı göğüs gerebilmeye dayanır.
Yaşamın acı gerçeklerini algılamak olumlu enerji ile olur.
İnsan, bir bütündür. Düşüncesi, duyguları ve hayat pratiği, birbirinden
ayrılamaz. Duygusal açıdan özgür olmadıkça, düşüncesi de özgür olamaz.
Toplumsal ve ekonomik şartlardan bağımsız olmadan ise, duygusal özgürlüğe
ulaşamaz.
Mutluluk ya da mutsuzluk, aslında insanın bütünsel kişiliğinin bir
parçasıdır. Doğal davranışlar ve bedensel dışa vurumlar, kişinin mutlu mu,
mutsuz mu olduğunu gayet güzel açıklarlar. Bir insanın gergin yüzü, yorgun
hâli, hastalıklı oluşu, sinirsel baş ağrıları ve bazen de hiçbir şeyi
umursamaması, mutsuzluğun belirtileri olarak dikkatleri çeker. Ruhsal huzur
ve bunun dışa yansıyan rahatlılığı, sevecenliği ve sakinliği ise,
mutluluğun göstergeleridir.
İnsanın hayatı boyunca en önemli ödevi, kendi içsel güçlerinin ve iç
potansiyelinin gelişmesine, ortaya çıkmasına, kısaca içsel doğumuna gayret
etmektir. Bu çalışmasının sonucu ve mükâfatı ise, kendi gerçek kişiliğini
elde etmesidir.
Sevme eylemi sırasında, insan kendisini evrenle bir olmuş gibi
hisseder. Ama gerçek sevgiye ancak, kişinin bu süreç içerisinde bile kendi
varlığını, bütünlüğünü ve bir tek kerelik oluşunu unutmaması sayesinde
varılabilir.
Eğer bir diğer insanı kendimden ayrı ve farklı olarak algılıyor ve onu bir
yabancı gibi görüyorsam, aslında ben*, kendi kendime karşı bir
yabancıyım*demektir.
Değerler, insana; teselli, cesaret ve umut verir, ayrıca onu hayatta,
dünyaya bağlı ve ayakta tutacak bir takım hayaller kurmasını da sağlar.
Böylece değerler, toplumla da, bir uyum ve bir barış içine girmiş olur.
Yani herkes istediği kaynaktan içer suyunu; isteyen Tanrıdan, isteyen de
toplumsal örgünün ve onun oluşturduğu değerlerin elinden.
Günün Sözü:* Üzüntü veren ne ise ondan cesaretinle uzaklaşırsın.