Çanakkale Savaşı ve Kültür
“Çanakkale’den bir kaptıkaçtıya binersiniz. Kentten çıkıp biraz yükseldiniz mi, boğaz rüzgarı püfür püfür eser.
Bir yanınız deniz, bir yanınız çamlık, zeytinlik; alabildiğine maviler, yeşiller, sarılar, küme küme kırmızı gelincikler. İçiniz bir hoş olur. Çünkü bu toprak, kahramanlık destanları anlatır size karış karış. Çanakkale Boğazı’na baktıkça, bir kıtayı bir kıtaya bağlayan su köprüsünün ne demek olduğunu anlarsınız.”
Truva kenti ülkemizin sınırları içinde bir antik kent. Onu kültürel hazine olarak pazarlayanlar kentin arkeolojik buluntularını kaçıran, sergileyen ülkeler. Şimdi filmiyle Truva kenti ve öyküsü pazarlanıyor.
‘Çanakkale Savaşı tarihin en son yüz yüze gerçekleşen kahramanlık destanıdır.’ diyen İngilizler, Avustralyalılar kültürel bir pazarlama içindeler. Savaşı kazanan ve en güzel değerleri temsil eden taraf Türkler diye vurgular İngiliz belgeleri. Ancak bizim bir Çanakkale destanı hamaseti dışında kültürel pazarlamamız yok. Anzaklar her yıl dedelerinin ruhu için binlerce kilometre gelir de bizim dedelerimiz için kimse bir metre yürümez.
Yürekleri titreten, içeriden bir bakışla Çanakkale’yi anlatan bir film yapmadık. Yapamadık. Bu savaşı bir barış pazarlamasına çeviremedik.
İstanbul daha yeni 551. yılını kutladı. Yine bol hamaset, çocukça canlandırmalar dışında bir İstanbul fethini dünyaya pazarlayacak filmimiz yok. İstanbul ki, bütün kesişme noktalarında var olan zengin tarihiyle kültürel bir pazar zaten.
Mevlana dünyanın hayran olduğu, son yıllarda Batı’da en çok satan şairimiz, filozofumuz ve sufimiz. Bütün değerlerimizin yapı taşlarını dizmiş bu ustanın hayatını anlatan bir filmimiz yok. Onun hayatını ayrıntılarıyla ne kadar biliyoruz? Sadece kulaktan dolma, dön babam dön hamaset var.
Şeyh Galip, olağanüstü güzellikte divanı, hayatı ve yenilikçi dünyasıyla bir dönemi en iyi anlatacak geçmişimizden bir elmas, kim filmini yapacak?
Aydın bunalımlarından kurtulup ne zaman iç dünyamızın, kültürel hazinelerimizin filmini yapan çıkacak?
Bir film yapmak bir dünya kurmaktır. Bizim kuracak dünyamız yok belki de. Kültürel fetih planımızı düşünmeye ne zaman başlayacağız?
Ne geçmişimizi, ne ortak Anadolu mirasını, ne yakın dünü, ne bugünü kültürel pazara sunma başarısı gösteremiyoruz. Bu marketin raflarında bize ait hiçbir şey yok. Folklorik özellikler taşıyan gösteri ve tanıtımlar çok demode.
Bakın, Zeugma mozaiklerine İstanbul’da sergilenmesin diye kıyamet koptu. Şimdi Zeugma kentinin tamamını yer üstüne çıkaracak vakıf ve para yok oldu. Bakan Erkan Mumcu konuyla çok yakından ilgilendi ve sergilenmesinden yana olmakla birlikte sonuç alamadı.
Türkiye’nin dünya kültür pazarında var olması gerekiyor. Bunun ne planı, ne yapımcısı ortalıkta görünmüyor. Türkiye de, diğer ülkeler gibi kültürel pazarlamayla geleceğini var edebilir. Fransa hem Paris kentini pazarlıyor, hem Fransız kültürünü. İspanya, İngiltere, İtalya, Yunanistan aynı şeyi yapıyorlar. Biz AB’ye girip zengin olma hayali kurmadan önce kendimiz olma hayali kurmalıyız. O zaman kültürümüzü var etmeyi, pazarlamayı ve elde edeceğimiz sentezi kurgulayabiliriz kanımca.
İstanbul bir müze kent olarak yapılandırılmalı, korunmalı. “Bu şehrin terbiyesinde şiirden sanata, muaşeretten dine kadar her şeyde İstanbul’un payı vardır. O bizim hakiki ruh mimarımızdır.” diyen A. Hamdi Tanpınar ne kadar haklı değil mi? Ruh ahengimizi bulamamak ne hazin.
Şimdi kendimizi keşfetme zamanı. Çünkü kendimiz dışında başka bir yazgımız yoktur.