Camdaki Kan
Bagajı yerleştiren görevliye bavulunu teslim etti. Ön kapının basamağından yukarı çıktı. Elindeki bilete baktı, otobüsün sağ tarafına göz gezdirdi. Cam kenarında ki yerini günler öncesinden ayırtmıştı. Yolu epeyce uzundu, sabah başlayacak yolculuğunu çevreyi seyrederek bitirecekti. Bereketli ovadan geçerken doyasıya turunç, portakal, mandalina, limon bahçelerini görecekti. Torosların eteğinden geçerken yol kenarındaki köylere gülümseyecekti.
Yiyecek dolu torbasını da tavan bagajına yerleştirdi. Ceketini çıkarıp torbasıyla tavanın arasına sıkıştırdı. Arkasında geçmek için sıra bekleyen delikanlıya gülümseyerek başıyla selam verdikten sonra geçip yerine oturdu.
Şoför, koltuğuna oturup anahtarı çevirdiğinde, motorun gürültüsü dışarıdan gelen ağlama seslerinin üzerine perde gibi indi. Anasının babasının tek erkek evladıydı. Günlerdir süren hüzünlü heyecanı sona ermiş, ayrılık vakti gelmişti. Hareket etmeden önce otobüsün önündeki al bayrak indirildi. Davul zurna otobüsün sesine nispet eder gibi daha bir coşkuyla çalmaya başladı. Kirpikleri arasında sakladığı gözyaşları dökülmesin diye gözlerini kırpmıyordu. Başındaki yazmanın ucuyla gözlerini silen anasına baktı. Ya babası! Gururdan kabaran göğsündeki kalbi cayır cayır yanıyordu. İçinden, “Oğul, can parem oğul, göz nurum, gücüm kuvvetim, varım devletim oğul.” diyerek sessizce gözleriyle evladını seviyordu.
Ayrılık, dönen kara tekerlerle başlamak üzereydi. İlk gurbetleri, ilk ayrılışları, ilk vedaları olacaktı bu gidiş. Davul zurnanın sesi kesilince anasının ağıtını duydu. Canı acıdı. Babası başından şapkasını çıkarmış dağınık beyaz saçlarıyla ayakta direk gibi durarak kendisine bakıyordu. Gözlerinden kaçak sızan damlaları acele elinin tersiyle sildi. Yüreği yansa da ağladığı için utandı.
Büyükleri otobüsün yanına dizilmiş ona bakıyordu. Onun gözleriyse utangaç bakışlarla nişanlısına ilişince daha bir başka kederlendi. Ancak uzaktan gözleriyle veda edebildi Meryem’ e, töre öyleydi. Doyasıya sarılmak, koklamak, yüzüne bakmak istese de yapamadı, yapamazdı. Böyle şeyler ayıp sayılırdı oralarda.
Rüzgâr her estiğinde savuracak bir şey bulur elbet. Bu defada iki sevda savruluyordu. Gözlerini onun gözlerine teslim ettiği anda, “Ağlama. Ne olur ağlama.” dedi sessizce. Dönen tekerlek arkasında gözleri yaşlı, gönülleri ateşli insanlar bırakarak korna eşliğinde yola koyuldu. Geride kalanların salladıkları elleri gözden kayboldu. Dakikalar geçtikçe sokaklar, evler, elektrik ve telefon direkleri bir bir yanından geçip gitti. O ise gözünün yaşını saklamak için başını camdan yana çevirerek boş gözlerle boşluğa baktı baktı.
“Allah kavuştursun tertip.” dedi yanında oturan. Cama dayadığı yüzünü dönmeden, “Âmin, senide.” dedi. Ne söyleyecek tek kelimesi, ne de söyleneni dinleyecek hali vardı. Yüreği ayrılık ateşiyle yanarken, nasıl konuşabilirdi ki? Gözlerinde sevdiceğinin yüzü kalmışken, kimi görebilirdi ki? Ya anası, babası…
Çukurova’yı geçerken meyve yüklü dalları, sere serpe yayılmış pamuk tarlalarını seyretti. Meryem büyük emmisinin kızıydı. Aralarında iki yaş vardı. Ne zaman bir araya gelseler didişir dururlardı. Bir keresinde nehrin kenarında kavga etmişler, sonrada Meryem hırsını alamamış kendisini Ceyhan’ın sakin sularına bırakmıştı. Arkasından nehre atlayarak onu ölümden son anda kurtarmıştı. O olaydan sonra bir daha Meryem ne dese cevap vermemişti. Çektirdiği bütün cefayı sinesine çekmişti.
“Hangi köydensin tertip.” sorusuyla düşlerinden uyandı. “Tarsus’un merkezindenim.” diyerek yanında oturan delikanlıyı geçiştirdi. Sağ şakağını cama yaslayarak gözlerini kapadı. Meryem’le baş başa kaldı yine.
Ve bir gün ailelerinin verdiği kararla kendilerinin bile farkında olmadıkları aşkları vuslata vardı. Askerden önce nişan, teskere dönüşünde hemen düğün yapmaya karar verdiler. Sanki ateşe su serpilmiş gibi nişandan sonra ne bir kez kavga ettiler, ne de bir birlerini sinirlendirecek bir kelime.
“Tarsus’ta kimlerdensin tertip?” sorusuna, “Tatlıcıgillerden.” dedikten sonra yüzündeki gülümsemeyle düşlerine kaldığı yerden devam etti.
İçinden, “Ah… Meryem… Emmimin deli kızı.” diyerek dışarıyı seyretti. Torosların lacivert dorukları ne kadar mağrursa, yeşil etekleri de o kadar tevazudaydı sanki. Yamaçlardaki kayalıkları görünce yanında oturan delikanlıya dönerek, ”Gündüz nasılda masum gözüküyorlar, oysa gece oldu mu buralar eşkıya ve terörist yatağına dönüşüyor.” diyerek tekrar sağ şakağını cama yaslayarak dışarıyı seyre koyuldu.
“Ankara da karşılayanın olacak mı tertip? Yoksa hemen bölüğüne teslim mi olacaksın. Benim kimsem yok orada. Hemen gidip teslim olacağım. Hayırlısıyla teskereyi aldım mı hemen everecekler beni. İlkokuldan beri sevdiğim bir kız var. O da beni seviyor be tertip. Kavli karar ettik. Kavuşmamıza az kaldı. Hayırlısı bakalım.” dediğine duyduğu çarpma sesini şoföre sordu. Şoför “Otobüsün bir yerine iri taş çarptı galiba.” dedi.
“Hep ben konuşuyorum tertip, birkaç kelam da sen ette yol çabuk bitsin, hem de kasvetimiz dağılsın.” diyerek omuzuna dokundu. Cevap alamayınca eğilip yüzüne baktı.
“Aman Allah’ım! Bu ne böyle? Şoför hemen otobüsü durdur.”
Birliğine teslim olmaya giden bütün yolcular otobüsten inerek sağ tarafa yöneldiler. Herkes mermer heykel gibi olduğu yerde kala kaldı. Akıllar durmuş, duygular ölmüştü. O ise yüzünde gülümseme ve gözleri kapalı cama yaslanmış, merminin saplandığı şakağından sızan kanla öylece duruyordu. Âlem susmuş ölümün kendisi ağlıyordu sanki.
30.03.2015/ANKARA