Büyülü Kanepe
Üzerinde ütülü takım elbisesi, kırmızı renkli boğazlı kazağı, parlak ruganlı ayakkabısı ve seyrekleşmiş saçlarına sürdüğü briyantinli saçlarıyla Sedat, son model arabasını ormanın ıssızlığında park edip, şelalenin elli metre gerisine indiğinde, suların akışı köpürerek metrelerce aşağıdaki nehre coşkulu akıyordu. Nehrin içine kim girse alabora olabilecek kuvvette bir akış vardı. Sedat bir an cesaretlendi.
Ben yüzmenin kralını yaparım erkekleşmesiyle havanın serinliğine aldırış bile etmeden soyunmaya başladı. Biliyordu ki, etrafta kimsecikler yoktu. Doğayla baş başa kalmış, yalnız kalan çıplak bedeniyle suların gür akışına aldırış etmeden adeta meydan okudu. “Ne olur ne olmaz” diyerek suyun yine de sakin aktığı yeri seçti. Ayakkabısından pişen ve terleyen ayaklarını çıkartıp suya değdirdiğinde önce, üşür gibi oldu. Her adım ilerleyişinde, suların boğazına yaklaştığını, nefessiz kalınca fark edebildi.
Ayaklarının yerden kesilmesiyle yüzmeye başladı. Ormanın içindeki nehir sessiz, bir o kadarda masal dünyasındaki gibi gizemliydi. Beynindeki korku düşüncelerine ilerledikçe gem vuramıyordu. Birazdan, bir cadının çıkıp, yankılı korkunç konuşması sanki içten bile değildi. Yine de korkmamaya çalışarak olanca hızıyla derenin ortasına geldiğinde, sığ sular, göründüğü gibi değildi. Suların aniden yükselmesine bir türlü anlam veremedi. Yoksa ilerilerde tufan mı kopmuştu. “Aman Allah’ım!... Aman Allah’ım! Suların yükselmesi de pek hayra alamet değil” dediğinde, taşan azgın sular, ormanın derinliklerine doğru hızla yol alıyordu. Ancak birkaç dakika geçmeden biraz önce yükselen suların aniden alçalmasına şaşırdı. Bu olsa olsa büyük bir depremin ardındaki ‘tusunami’ gerçeği olabilirdi.
Peki, biraz önce yükselen sular şimdi neredeydi? Sorusuna henüz yanıt bulamadan kendisini nehrin yatağının içinde suların birden kaybolmasıyla balçıkların içinde buldu. Yorgun bedeni, korkudan uzun uzadıya bitaptı. Bacaklarını toparlayacak gücü kendinde bulamadı. Olduğu yerde dona kalmıştı. Nefesini toplayıncaya kadar öylece bekledi. Biraz önce tercih ettiği yalnızlıktan korkmaya başladığında bir insan sesinin yaklaşmasını ve kendisine uzanacak yardım elinin çok daha iyi olacağını düşündü.
Ama istediği olmadı. Havanın gittikçe kararması da ürpertiyordu. Sis bulutlarının etrafında dolanmasına da anlam veremedi. “Şimdi, ben burada ne yaparım?” korkusuyla, kurda kuşa yem olacağını, düşündü Tertemiz akan derenin suyu neden bir kanalizasyonun berbatlığına dönüşmüştü? Buna da bir türlü anlam veremedi. Kafasını kaldırdığında, simsiyah balçık toprağın yüzünü ne hale getirdiğini az çok tahmin edebiliyordu. Bir ayna olsa, baktığında belki kendinden iğreneceğini biliyordu. Halsizliğini olduğu yerde yine dinlenerek geçirmek istedi. “Şuradan bir kurtulsam, ilk işim fakirlere kurban adamak olacak” diye yemin etti. Hayal de olsa eşini, dostunu bekledi. Ne gelen vardı ne de giden. Aksine, düşmanlar, etrafında cirit atıyordu. Biran an olsun, vücudunda derman bulduğunda nehir yatağında bir yılan kıvraklığında sinsice sürünmeye başladı. Balçıktan yalnızca gözleri arasında parlayan kafasını yukarı doğrulttuğunda, ay ışığının süzmeleri arasında uzun ve iri yılanın başıyla göz göze geldi. Dakikalarca bakıştılar, Sedat, çaresizliğin anlamsızlığı ile kımıldamadan öylece donup kaldı. Çişini nehrin balçıklarına bıraktığında arkası da gevşeyerek içinde biriken gazlar istem dışı çıkıyordu. Yılanda olup bitenlerden donmuş, karşısındaki düşmanının hareketini bekliyordu.
Solucanlar ve boka batıp çıkmış kurbağalar vıraklamaları ile etrafını sardığında; “İşte şimdi benim sonum geldi. Hayır! Hayır! Sonum değil, ben zaten cehennemde olsam gerek” diyerek artık sonsuzlukta olduğunu kabul etti. Yılan, donukluğundan çözüldüğünde, çıkardığı zehrini Sedat’a fırlatarak; “Ben şu kolunun bir parçasını yesem karnım doyar!..” İri solucan ise; “Bana bunun dili lazım, bu kim bilir kaç kişinin canını yakmıştır!”, yeşil rengini kaybeden kurbağa da, sert vıraklama sesiyle “Cinsel organı benim olsun, kim bilir kaç kadına uçkur çözmüştür!..’ paylaşımı içinde ne yapacağını şaşıran Sedat’ın korkudan patlayan ödü, derenin suyuna karıştığında,
“ Lütfen!... Lüffen!... beni bırakın, yarın size ne yiyecekler getireceğim” söz vermesine rağmen, Nehrin sürüngenleri bu teklife aldırış bile etmiyordu. Saldırılara durağanlığı ile bir şey yapamayan Sedat, televizyon seyrederek uyukladığı kanepesinde ter içinde aniden uyanarak kurtulmuştu. “ Allah’ım neydi bu kâbus?” sözleriyle uykusuna yorulan bedeni tekrar bırakmıştı.
Uzun zamandır küs olan karısı Tuğba ise, erken yatmanın mükâfatını almıştı. Sabah, dinç kalktığında ilk kez sevindi. Kahvaltıyı dört dörtlük hazırladı. Sofrada, bir kuş sütü eksikti. Önce, oğlunu öperek uyandırdı. Salon kanepesine yaklaştığında, Sedat’ın boncuk terleyişini, zafer kazanmış komutan edasıyla seyretti.
Dürtüklemeyle fırlayan Sedat,
“ Aman Allah’ım!... ne kabus dolu bir geceydi.” Dediğinde, Tuğba, alaysı gülümsemeyle;
“ Sedat, bu ıslaklık ne? Yoksa altına mı işedin ?” esprisine,
“ Sende, yılanları, solucanları görseydin, korkandın bile!” Tuğba içinden, “Daha dur bakalım, Sedat efendi, sana yaptırdığım büyülerle bu kanepede ne kâbuslar göreceksin. O Rus’u bırakıp bana tekrar döneceksin!” diyerek büyüsünün gerçekleşmesine çok sevinmişti.
Büyülü kanepede uyku artık her gece artık kâbusa dönmüştü. Sedat, çoğu geceler uyumayı bile istemiyordu. Yine bir gece yorgun bedenini kanepenin büyülü dünyasına bıraktığında, rüyasında karabasanlar yine rahat bırakmıyordu. Sedat köşeye sıkıştığını hissedip nereye kaçacağını bilemiyordu. Sonunda dayanamadığı karabasanın sorularına teslim olmuştu;
“ Söyle bakalım eşine neden kötü davranıyorsun!? Gül gibi karın varken, bilmediğin o içkici Rus’ta ne buluyorsun?” Söyle bakalım, bir daha böyle şeyler yapacak mısın?”
“ Kesinlikle hayır! Hayır! Bin kere hayır! Yalvarmasına aldırış etmeyen karabasan iki eliyle Sedat’ın boğazına çöktüğünde,
“ Yapma! Lütfen yapma! Çığlıklarına eşi Tuğba gecenin bir yarısı yatak odasından fırlayıp güçlükle yetişebilmişti.
“ Uyan!... Uyan!...” sesleri arasında ancak kendine gelebilen Sedat, elleriyle boğazını kurtarmanın çabası içinde kanepede öylece kalakaldı. Tuğba da her geçen gün hedefine yaklaşmanın gururu ile Allah’ına binlerce şükrediyordu…